Dışarıda dondurucu bir soğuk vardı. Arabaların üstü buz tutmuştu. Etrafı aydınlatan elektrik direklerinin dışında canlılığı ve zamanın aktığını hissettiren hiçbir şey yoktu. Soğuğu kollarımda ve sonrasında göğsümde hissederken, hızlıca arabaya doğru yol aldım. Öylesine bir soğuk vardı ki, arabanın çalışacağından emin değildim. Bu endişeyle kontağı çevirdim, çalıştı. Şanslı günümdeydim. Bir süre motorun ısınmasını bekledim, camlardaki buz hafif aralanmaya başlayınca yola koyuldum.
Yol boyunca işe gitmeyi bekleyen birkaç kişi haricinde kimseye rastlamadım. Servis araçlarının ışığı karanlığı deliyor, ıslak camda kırılıp gözümü alıyordu. Az sonra kendimi bir simitçi fırınının önünde buldum. Fırından yeni çıkmış simitleri beklerken az ilerideki kahvehaneyi kestim. Fazladan birkaç simit aldım, köprübaşı işçilerinin mekanı olan kahveye yöneldim.
Selam vererek içeri girdim; yalnızca birkaç kişi vardı. Ortadaki soba henüz yakılıyordu. Hemen yanına sokuldum. Ellerimi borusunda gezdirdim. Henüz kendini ısıtmaya mecali yoktu, ama birazdan gümbür gümbür yanacaktı, biliyordum. Bir müddet öylece ayakta bekledim, etrafı inceledim.
Kamburu çıkmış, dişleri seyrekleşmiş bir adam hafif sekerek önümden geçti. Televizyonun hemen altındaki sandalyeye oturdu. Bu sırada kahveci yeni demlendiğini düşündüğüm günün ilk çayını sandalyelerinde büzüşmüş dört kişiye verdi. Bana uzattığı bardağı iki elim arasında kavradım. Üşüyordum, sıcaklığından faydalandım. Sonrasında sıcacık simitleri kağıdından çıkardım. Yanımdaki gençten birisine uzattım. Yeni yediğini söyledi. İnanmadım, ısrar da etmedim. Diğer tarafımdaki amcayla elimdeki simidi bölüştüm. Kapıdan yeni giren gencin eline de hemen bir simit tutuşturdum. Kambur adam benden tarafa hiç bakmayınca ona seslenmeye çekindim. Sonrası sessizlik. Simit ve çayıma odaklandım.
İkinci simidi yemeye başlamıştım ki televizyonda haber bülteni başladı. Bu sırada ikinci çayımı da istedim. Bültende bir fırıncının ortağı tarafından soyulduğu haberi geçiyordu. Herkes pür dikkat haberdeydi. Garip olan, haber değeri taşıtan ne olabilir bunda diye düşündüm. Meğer beş yıldır ortaklarmış ve her gün neredeyse dört yüz ekmek parasını kasadan cebine atıyormuş diğer ortak. Ufak bir hesap yaptım, “beş yılda büyük paraya denk” dedim kendi kendime. Fırıncının açıklamalarıyla uzayıp gitti haber. Olayın hararetinden mi, çayın deminden mi anlamadım, elimdeki bardak boşalıverdi. Bu kez ocağa yönelip bardağımı uzattım, bir çay daha istedim. Kahveci bardağı kaynar suda gezdirdikten sonra uzattı çayı. Yeni bir bardakla vermemesine şaşırdım. “Kaide böyle demek ki” diyerek sobanın hemen dibindeki iskemleye oturdum.
Kambur adam köşedeki yerinden kalkarak sobanın yanına geldi. Üşüdüğü belliydi. Kalktım, ona yerimi verdim. Ben de görüş mesafesindeki bir başka iskemleye oturdum. Masanın üzerinde duran simidi işaret ederek, ona yiyebileceğini söyledim. Mahcup gözlerle baktı, başını iki kere aşağıdan yukarı salladı. “Çekinme al” dercesine eğdim başımı ben de. Çekingen bir şekilde aldı simidi. Cebinden bir poşet çıkarıp içine koydu ve sonra ceketinin iç cebine yerleştirdi. Hamal arayan bir adam kambura seslendi. Kambur sekerek kahveden çıktı.
Bu sırada bülten devam ediyordu. Grip salgınından ve bu salgının birçok farklı virüsten kaynaklı olabileceğinden bahsediliyordu. Kahvecinin “Kafalarımız virüsle doldu be!” sözü bültenin sesini deldi.
Kalktım, iki ekmek parasına denk parayı kahveciye uzattım. Köprübaşı işçilerinin kahvesinden çıkarken gün yeni ışımaya başlıyordu. Etrafta bulunanların sayısı artmaya başlamıştı. Telaşlı ayaklar ilerleyen saatlerde sokakları dolduracaktı.