Sis-2
Burhan Karagöz
Nihayet kilometrelerce sonra, sisin de gelip geçici olduğu ayan beyanlaştı. Önce kedigözlerinin ardı arkası kesilmedi, ardından trafik levhalarının. Ve İnebolu köyleri: işte tam karşı dağın eteklerine yaslanmış Ayva, Akkonak, Uluyol, Demirci, Başköy, Meydan, Soğukpınar köylerinin ışıkları bile köylerin kimliklerini net bir şekilde okuyuverdi kitabın tam orta yerinden. İlerledikçe önümüze dizi dizi çıkageldi Yukarı Çaylı, Aşağı Çaylı, Taşoluk. Hele hele 153 metrelik Yenigün Tüneli’nden sonra hiç mi hiç sis görmemişçesine netleşen Taşoluk Köyü’nün gece görüntüsü, o kadar buhranlı bir yolculuktan sonra görenleri mest ediyor, bir o kadar da hayrete düşürüyordu: Bu kadar bariz bir şekilde, kısa süreliğine yaşanan coğrafi şartlar; sis olgusu…
Dedik ya, her canlı gibi, sis de faniydi. Ancak, zifiri karanlıkta bir saplandı mı aracıyla, sıfır metrelik görüş uzaklıklı sisin tam göbeğine, insanoğlu; değil sadece bir gün yaşamalarıyla bilinen en kısa yaşam süresine sahip su böceklerine, 15.000 yıl yaşamasıyla en uzun ömre sahip deniz süngerlerine benzetiveresi gelirdi sisi: Kendisiyle beraber son nefese kadar yaşayıverecek sanmaktan kaynaklanıyordu, onu. Çık çıkabilirsen işin içinden, sisin içinden… İşte sabırla yola devam, burada devreye giriyor…
Taa 995 rakımlı Çuha Doruğu geçidinden itibaren yukarıda saydığım köyler görününceye dek yoğun mücadele verdim bizimkiyle. Ay ışıklı gecelerde her gittiğimde ışıklarını belleğime işlediğim Taş Ocağı mevkii, Küre’nin Kesepınar Köyü ve sırt sırta vermiş İnebolu’nun Kabalar Köyü, aşağılara doğru inildikçe de insana ‘İyi ki de İnebolu’da yaşıyorum.’ Dedirten Göçkün, Korupınar, Kuzluk köylerinden, göz gözü görmediğinden eser yoktu. Ancak bilinen bir gerçekti ki “Bu da geçer ya Hu!” diye zihnimize kazınan derviş hikayesi gibi sis de gelip geçiciydi. Tabii ki bu gelip geçicilik; niyetin, hedefin, dikkatin ve sabrın arkasında gizliydi.
Sis, o gece kendi aracımızın kaputuna varıncaya kadar kedigözlerine, her türlü levhaya, yola, öndeki aracın marka, model ve rengine, hatta beyin, kalp ve ruhumuza, tüm gerçeklere perde olmuştu. Ne güzel anlatmıştı bu gerçeği rahmetli Necip Fazıl, PERDELER şiiriyle:
Perdeler, hep perdeler…
Her yerde, her yerdeler.
Pencerede, kapıda,
Geçitte, kemerdeler…
Perdeler, hep perdeler…
Ya benim sevdiklerim,
Şimdi nerde, nerdeler?
Önü bomboş perdenin;
İçerde, içerdeler!
Perdeler, hep perdeler…
Gönülde asıl perde;
Onu hangi göz deler?
Surat maske altında,
Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler…
Perdeye doğru akın;
Atlılar, piyadeler.
Yollar, yönler dolaşık;
Değişik ifadeler.
Perdeler, hep perdeler…
Bir tohumda bin gömlek.
Giyim giyim fideler.
Kalbler dilini yutmuş;
Bangır bangır mideler.
Perdeler, hep perdeler…
Son noktada son perde;
Çevrilmiş seccadeler.
Orada işte işte,
Ölümden âzadeler!
Perdeler, hep perdeler…
Gerçekler, perdeyi sıyırınca ortaya çıkacaktı:
O gece nasıl ki İnebolu’ya yaklaştıkça perdeler sıyrılmış, tüm görüntüler de şenlenmişti o zaman. Aslında bunda bir ayrıcalık yatıyordu ve bu ayrıcalık, o yöreyi tamamen bilenlere hastı. Ancak, sisin arkasındaki gerçekleri, bilinen, görünen köyleri, o yöreye yabancılar, ilk gelenler tahmin edemezdi.
Gerek ferdî, gerekse devletler arasında karşıdakinin niyetini okuyabilecek nitelikte ilm-i ledüne sahip olmayanlar, ister ayrı, isterse de beraber adım attıkları hayattaki doğal veya yapay sisin ardında yatan gerçekleri, ancak sis aralanınca anlayabilirlerdi:
Mesela;
Olayların üzerindeki sis perdesi aralarınca, soruşturma neticelenince, her şey gün yüzüne, gün ışığına çıkmalı, beraber yenen hurmalar, neticede, çıkarken tırmalamalıydı. Öyle de oluyordu zaten.
Mesela;
Anlayış ve anlatış perdeleri, kalıcı dostlukların ufak tefek engellerle silinip atılmasına sebep olmamalıydı. Arkadaşlar arasında cereyan eden ufak tefek çekişme, tartışma ileri boyutlara götürülmemeli, insan her daim kaybetmek üzere değil, kazanmak üzere yaşamalıydı. Çünkü kaybetmek çok kolay, kazanmak çok zordu. Yıllarca çalışarak elde edilen bir binanın yok oluşuna, bir kıvılcım yeter de artardı bile. Allah (CC) muhafaza…
Mesela;
Yaşarken meselenin özü görülmeli, eni, boyu, tüm çevresi tam teşekküllü analiz edilmeliydi.
Rahmetlinin dediği gibi ‘Pencerede, kapıda, geçitte, kemerde, sis altındaki beldelerde, yollarda, yönlerde, tohumda, fidelerde, midelerde, seccadede, ölümde, asıl olarak da kalplerde ve gönüllerde’ perdeler cirit atıyordu. Nasıl ki dilimiz, otuz iki dişimizin arkasında gizliydi, konuşurken bu yaratılış gerçeği bize ilham vermeli: Sözlerimiz, diş denen süzgeçlerin ardından süzüle süzüle çıkmalıydı. Nasıl ki iki göz, iki kulak, iki burun, iki kol ve iki bacağımız, ancak tek ağzımız vardı; tüm bunlar bize hayat dengemizde ilham kaynağı olmalı: Çok görüp, çok duyup, çok koklayıp (istihbaratı çok toplayıp) çok hareket edip, çok savunup tek konuşmalıydık. Her birinin ardındaki açık veya gizli perdelerin farkına varabilmeliydik.
Mesela;
‘İyi günde, kötü günde, varlıkta ve yoklukta, sağlıkta ve hastalıkta’ diye başlar ya nikah akitleri. Değil kök sökücü kasırga, en tepedeki sapı çürük yaşlı yaprağı kopartıcı hafif bir meltem dahi estiğinde sonlanabiliyorsa evlilik denen kutsal müessese, kalıcı çözüm, o EVLİLİK AKDİNE, NİKAH SÖZLEŞMESİNE kalıcı ve bilinçli olarak yapıştırılan sis perdesini tez zamanda aralamaktan, yapıştıran el ve sahibini, zihniyet ortaklarıyla beraber, evliliğin asla oyuncak olmadığı gerçeği tüm hücrelerine işleninceye kadar, önce kanuni adalete, ardından da İlahi Adalet’e tez zamanda havale etmekten geçmeliydi.
Bir tarafta yıllarca felçli eşine bakan, onun her türlü ihtiyacını karşılayan dünya ve ahiretin otoban yolunun biricik yolcusu bir ‘sadık eş’ zihniyeti, diğer tarafta, eşi hastanelik olunca onu bir üst hastaneye veya doktora götürüp iyileşmesi için tüm gücüyle çalışmak varken, en kısa zamanda terk eden, kapı dışarı atan, kendisinden bir an önce kurtulmaya çalışan basit, adi, şeref ve haysiyet fukarası, eşi başta olmak üzere uzak yakın tüm çevresine yaşattığı evlilik anlayışı ile; zenginliği, kılık kıyafeti, tıraşlı çehresi, sözleri ve yetmişli yaş olgunluğu taban tabana zıt bir karakter, cehennemin yaşayan, insanların arasında ‘insanım’ diye dolaşan bir canlı zebanisi…
İlk görüşmelerdeki gizli perde maalesef tam anlamıyla okunamamıştı.
Tüm lanetler senin üzerine, tüm beddualar senin üzerine olsun ey bedbaht…
Mesela;
İsrail, Amerika, Çin, Rusya, İngiltere ve iş birlikçileri gibi saldırgan ve soykırımcı ülkelerin yaptıkları katliamların üzerlerinde, artık sis perdesi falan kalmamış, dünyanın hak hukuk kaynağı başta ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere diğer güçlü ülkeler, artık, beklemekten, seyretmekten bir tık daha ön plana çıkmalı, ilmi, ekonomik, siyasi ve askeri yönlerden harekete geçmeliydiler vesselam…