Sis-1
Burhan Karagöz
Çiçero; ‘’Ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.” der. Yaşayanların belleklerinin de bir üst seviyesi, kağıtlara aktarılanlar olsa gerek…
Tevfik Fikret, 1901’de sisin tam anlamıyla İstanbul'un üstüne çöktüğü bir kış günü, bütün bir devri, Sultan 2. Abdülhamid devrini, tüm benliği ile yaşayarak adeta ateş püskürür:
“Sarmış yine âfakını bir dûd-i muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesafetten ibaret bütün elvâh…..”
Günümüz Türkçesiyle:
“Ufuklarını yine inatçı bir sis sarmış,
Bir beyaz karanlık ki gitgide büyüyen…
Ağırlığı altında silinmiş gibi her şey
Bu tozlu yığından ibaret bütün manzara…”
Ve şiirlerinde övülmesine alıştığımız İstanbul'a bu SİS şiirinde beddua üstüne beddualar eder:
“Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...”
Günümüz Türkçesiyle:
“Örtün, evet ey facia… Örtün, evet, ey şehir;
Örtün ve sonsuza dek uyu, ey dünyanın koca kahpesi, evrensel fahişe!!!”
Rahmetli Yahya Kemal BEYATLI da SİSTE SÖYLENİŞ adlı şiiriyle kendisine cevap verir:
“Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.
Hulyâma bir eza gibi aksetti bir daha;
— Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...
Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.
Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın.”
Tevfik Fikret, şiirinde, 2. Abdülhamid devri İstanbul'una öfke kusar, hakaret üstüne hakaretler yapar, yerin dibine batırır, hatta daha da ileri gider, beddua eder; Yahya Kemal de cevaben, ‘bu beyaz karanlıktan sıyrılmasını, parıl parıl parlamasını’ ister, dua eder.
Her ikisinde de fiziksel olarak bir ‘sis’ vardır, ancak mesajlar taban tabana zıttır.
Ben de bu sefer hem Tevfik Fikret hem de Yahya Kemal misali ‘SİS’ e yoğunlaştım, sisi yaşadım, siste ilerleyemedim, siste ölümden döndüm, siste yüreğim ağzıma geldi, sisi yazdım, siste yazdım; siste, sisi, sizin için, bizim için yazdım; sisli duygu ve düşüncelerimi gayet berrak yazdım… İnanın ki haklı olarak… Ancak, dilim ve ruhum, bedduanın yanından yöresinden bile geçmedi. Geçmez, geçemez de zaten. Bir de İstanbul’un yerini İnebolu aldı. Özetle, ilhamımı sisten verdi Allah (CC), bu sefer…
Gün, 2024 Aralık’ının kışa henüz kapalı kapısını gıygaşuk bıraktığı 26. günüydü. Resmi dairelerdeki işlerim için Küre’deyim. İşlerimin biraz uzun sürmesi, o gün tam gün resmi izinli oluşum, akabinde akraba-i taallukat ziyaretimden dolayı geceye kaldım; vakit, akşam-yatsı arası. Tam arabayı çalıştırıyordum ki hatun aradı, yollarda çok sis olduğunu, dikkatli gitmemi istiyordu. Nereden duyduğunu sordum, Kadir YILDIRIM’ın (Yeni İnebolu Gazetesi) paylaştığını ifade etti. Teşekkür ettim eşime açıktan, gazeteciye de gıyaben…
Ersizler’e doğru iniyorum, hala bir şey yok. Sis var, ancak kayda değer değil. Yağmur, hafif atıştırıyor.
Çuha Doruğu’nda yağmur sabitliğini korurken sis biraz yoğunlaşmaya başladı. Birkaç yüz metre ilerisinde ise, artık, sis, resmen “Ben buradayım. Bana ‘Hoş geldiniz!’ deyin bakiiiiimmmm!!!” dercesine kendisini gösterdi; gönlümün, kalbimin, beynimin, gözlerimin ve ruhumun baş köşesine oturdu. İlerledikçe yoğunlaşıyordu. Yavaş giden birkaç arabayı sollamıştım dakikalar önce. Hadi efeysen solla bakalım Burhan hoca, şimdi???
“Allah’tan ki önümde renk, marka, modeli sise gömülmüş olsa da sadece kırmızı ışıklarından fark edilen bir araç var!” dedim, onu takip ediyorum. Muhtemelen 10-15 dakika takip etmişimdir. Arkadakiler de haliyle beni.
Böylece birkaç kilometre gittik. Vites 1’de. Hız da 10-15 km. civarı. Birkaç metre ırasa öndeki, inanın güzergahı göremeyeceğim. Yol zaten görünmüyor, çizgiler, kedigözleri (Yollarda ışık vurduğu zaman parlayan trafik işareti) de pert. Pert, çünkü bu ışıltılı plastik, dar dikdörtgenlerin dikilme aralıkları uzak olduğundan yolunu kaybetmeye gör, hemen iki kedigözü arasındaki şarampole kaçabiliyorsun.
Eyvaaaah!!! Önemdeki araç sola sinyal veriyor. Muhakkak Kabalar tarafına dönecek. Aynen, dediğim gibi. Ben kaldım yapayalnız, yüce dağ başındaki garip gibi. Veya Cuma Namazı’ndan en son çıkan sahibini ayakkabılıkta yapayalnız bekleyen ayakkabısı gibi… Korkumu paylaşacağım biri de yok yanımda. Allah (CC) muhafaza bu iş iş değil, arabayı atacağımdan korkuyorum. Dörtlüler, öne kâr etmiyor. Kısalar, uzunlar, parklar, nafile. Hızım 5’e kadar düşmüş olabilir. Sırf can sıkıntısından, camlar buhar yaptığı gerekçesiyle ısıyı camlara verdim, dereceyi de bir tık yükselttim, silecekler çalışıyor; ancak ne silecek ne de camdaki ısı, sisi kovamıyor burnumun ucundan, gözlerimin içinden, beynimin içinden… Arkadakilerden biri uzunları yaktı söndürdü, inanın 2-3 kedigözünü aynı anda gördüm de ilerledim biraz.
Baktım fazla gidemeyeceğim, beş-on dakika durmayı düşündüm. Frene bastım. O sırada biri beni solladı, durmadım, fırsat bu fırsat dedim, belli bir süre onun peşinden gittim. Bunca yıldır siste araç kullandım, bunca yıldır aynı mekandan, siste kışın karanlığında da geçtim; mübalağa yapmıyorum, bu kadar çile çektiğime şahit olmamıştım.
Çizgiler erimiş gitmişti sanki, yetmedi, yol da eriyip gitti. Gidiyorum, ancak öndekinin peşinden. Yol, yok. Gözlerimde ve beynimde yol yok. Görmüyorum, göremiyorum. Oysa direksiyonu, göstergeleri, ‘arada bir’ kedigözlerini gayet net görüyorum; bu da demek oluyor ki, gözlerimde sorun yok, sis yoğun. Havada mı gidiyorum, yolda mı, belirsiz.
Normalde birkaç dakikada indiğim yol, bu gece, Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel’i misali, neredeyse iki saattir yoldaymışım gibi gelmişti. Kastamonu’dan Çuha Doruğu’na bir saat 10 dakikada gel, 3-5 kilometreyi 2 saatte… Yorucu, stresli… Yola çıkmasamıydım ne!!! Geçti Bor’un pazarı…
Allah Allaaaaahhhh!!! Kedigözlerine kıran mı geldi yahu? Neden yoklar? Gidiyorum, ama, nereye, belirsiz. Yerde kar yok, tamam anladık da, sis de asfalt renginde. Yol, çizgilerini de bukalemunluğuna kurban etmiş. Arada bir tam sağdaki toprak zemin, bağıra bağıra, ‘Buraya yaklaşma, yol kenarı’ uyarısını vermese, arabayı şarampole atmam, kaçınılmaz olacak. Allah muhafaza…
Sağ taraftaki kar çubukları, yön levhaları ve kedigözleri; belki de gözden kaçırdım bilemiyorum ama, bana, adeta yüz-iki yüz metre yokmuş gibi geldi. Hasret kaldım kendilerine. ‘Nerdesiniz dostlarım?’ diye avazım çıktığı kadar bağırasım geldi. “Aha, o da ne? İşte tam karşıma geçmiş de mayışık mayışık sırıtıyor ‘Sağa tehlikeli viraj’ levhası. Biraz yanaşık gideyim bari.” Deyip tam dibinden geçiyordum ki, arkadaki araç selektör yaktı. Meğerse o levha, karşı şerittekiymiş. Allah’tan ki bu birkaç saniyelik süre içinde diğer yönden araç gelmiyordu. Hemen direksiyonu toparladım, üstünkörü kendi kedi gözsüz şeridime geçtim.
“İnebolu 10” levhasının oradayız, ‘Bayağı yaklaştım!’ diye seviniyorum. Farkına vardım ki yoğunluk arttıkça artmış. Kaputu anca görür oldum, çünkü kedigözleri de kayıp. Dörtlüler yanık, hız 5-10 km. arası gidip geliyor. “Arabanın gidişi asfaltta gidiş değil!” dememle frene ani basışım bir oldu. Yolun sağındaki kedigözü, neredeyse sol ışığa değecekmiş. Yüreğim ağzıma geldi, kan basıncım aniden arttı. Bunu hissedebiliyordum. Üç-beş saniye de olsa durakladım, kendime geldim, bu mereti kullanacak olan bendim, 112’yi çağırsam illa ki gelirlerdi, ama, yapmadım. Ben kullanmalıydım. Yanımda biri olsa onu öne geçirir, peşinden giderdim. Böyle yapıldığını duymuştum haddinden fazla sislerde, özellikle kışın.
Ben bu sıkıntıyı, gene bu civarda, gene gece, 8-10 yıl önce de yaşamıştım. Yerde bir karıştan fazla kar vardı ve kar, gece ve gözü göze göstermeyen yoğunluktaki sis, koyun koyuna yatıyorlardı asfaltı yatak yapıp… Üstelik o zaman yanımda aile efradım da bulunuyordu, aracı sağdaki kar birikintisine saplayarak yan yatırmış, birkaç metre yükseklikteki şarampole düşmekten son anda kurtulmuştum. Çıkamamıştım o zaman. Ne ileri, ne geri… Biraz uğraştım, baktım ki gitgide aşağı kayıyor, olduğu gibi bırakmıştım. İçindeki herkesi indirdim; hatun, çocuklar, misafirim… Dakikalar sonra, karanlıkla dövüşen çakarlının İnebolu istikametinden yukarı doğru tırmandığını gördük. Ambulans, jandarma veya polis arabası olabilirdi. Zaten yolun tam da ortasında beklediğimden, görüntü, yanıma gelince netleşti: Karayolları aracıymış. Yardım ettiler de çıkardık bizimkini Allah’tan. Bu günkü benzer çilem de ikinci oluyordu.
Sisin varlığı her zaman böyle zehirimsi olmuyordu. Mesela öyle bir zaman ve zemin dilimine denk geliyoruz ki, gündüz vakti, gene aynı mevki, hava günlük güneşlik; artık aracınızı uygun bir yere park etmek zorundasınız işte. Aşağıya, denize dönüyorsunuz yüzünüzü; tüm şehir, İstiklal Madalyalı Yiğit İnebolu, yoğun bir sis tabakası altında. Hatta şehir yok, deniz yok, sadece sis var. Ancak İnebolu’yu bilenler biliyor sisin altında koca bir şehir yattığını, mavi mavi denizle yeşil yeşil ormanın iç içeliğini. İlçeye ilk gelenler ve bu manzarayı ilk görenler fazla zevk almazlar bu görüntüden. Çünkü sis yorganının altında mışıldayan yerleşim yeri, anca yaklaştıkça ortaya çıkacaktır. Güneşli tepeden bakınca şehre şehir yok, şehirden bakınca yukarı, yukarısı yok!!! Tadına doyum olmuyor işte bu görüntünün. Tam karpostallık. Veya uçakla on bin fit civarında, bulutların üzerinden uçuyorsunuz ya, aşağıdaki manzara, eskiden köylerde geceleyen ağır misafire açılan kabarık yün yatak halini almış…
İşte can dostlarım; diyorum ki ben; Allah (CC), canımı, bu güzellikleri sizle de paylaşabilmem adına almadı aslında 26 Aralık 2024 akşamı, canımı… Kim bilir ki!!! Yoksa belki de karşı şeride geçmeler, sağ şeride dalmalar, adeta gözü kapalı gider gibi onlarca metre yolsuz gitmeler… İnanın ki Allah (CC) korudu da bunları yazabiliyorum…
DEMEM O Kİ CAN DOSTLARIM;
1) Karayolları özellikle Solugan başta olmak üzere göz gözü görmeyen bu yerleri nokta atışla tespit etmeli, kedigözlerinin aralığını birer metreye düşürmeli,
2) Gene Karayolları, enerjisini güneşten ve havadan (oksijenden) alan, yoğun sisi basitçe açıcı, hatta tamamen giderici yöntem ve cihazlar bulmalı, bu ‘sıkıntılı yerlere’ yerleştirmeli,
3) Ve hatta gene Karayollarınca, tarım arazilerini gübrelemede kullanılan İHA’lar gibi, koordinatları girilen yoğun karlı ve yoğun sisli kesimlere tuz ve kar giderici sıvılar atılmalı, karlar eritilmeli, sisler adeta üflenmeli,
4) Elektronik mühendisleri ve yapay zekacılar, ne kadar yoğun olursa olsun siste görüş mesafesini yükseltici ışıklar, gözlükler üretmeli, piyasaya sürmeli, görüş uzaklığını neredeyse sıfıra düşüren karanlık ve sis yoğunluğunu eritip dağıtabilen bir bilimsel gerçeği ortaya çıkartmalı.
5) Otomobil fabrikaları, ‘sis’e özel önem vermeli; piyasaya sürecekleri her araca sisi her an nakavt edebilen özel cihazlar yerleştirmeli.
Bilim niçin vardır, buluşlar, icatlar niçin yapılır can dostlar? Yaşamı kolaylaştırmak için.
Bilim insanları, insanlığın bu ortak kaygılarını ortadan kaldırmanın yollarını bulmalıdır vesselam…
Hatta fazla gecikmeden…
Yarın, çok geç olabilir…
DEVAM EDECEK