Sağır
Burhan Karagöz
Günümüzden 1200 sene önce yaşamış bir Allah (CC) dostu olan Hatem-i Esam Hazretleri, kundura tamirciliği yapmaktaydı. Esam sağır demektir. Bu lakapla anılmasına şu hâdise sebep olmuştur:
Bir gün dükkanına ayakkabısını tamir için gelen bir kadın, kazayla yellendi. Utancından yerin dibine girecek şekle geldi. Hatem ayakkabısını tamir edince, kadın fiyatını sordu. Hatem, kadının hatâsını anlamamış gibi davranarak:
“Kadın, yüksek sesle konuş, duyamıyorum!” diyerek sağır gibi davrandı.
Kadın, o kadar rahat bir nefes aldı ki, yeniden doğmuş gibi oldu. Ve ondan sonra o kadının ölümüne kadar, tam kırk yıl, Hatem herkese sağır gibi davrandı. Bu yüzden kendisine Esam (sağır) denildi. Esam Hazretleri’nden 400 yıl sonra yaşamış olan Kanuni Sultan Süleyman ise:
“Kimsenin aybını görüb kılma zinhâr âşikâr
Günde yüz bin aybın örterken Rabbu'l-âlemîn” Diyerek ayıp örtmenin önemini vurgulamıştır.
Oğlumun bir asker arkadaşının hayli yaşlı dedesi ve nenesi varmış. Emme ve lakin, ikisi de ileri derecede sağır. İkisi de işitme cihazı kullanıyor.
Bir gün ikisinin arasında ipler bayağı gerilmiş, neredeyse kızılca kıyamet kopmuş. Dede, içinde ne var ne yok dökmüş, azgın boğa gibi böğürmüş, aslan gibi kükremiş belki de 70-80 yıllık hayat arkadaşına. Bağırmış, çağırmış, hakaret hakaret üstüne. Nolmuş peki sonunda? Hakaret sırası, evi müstakbel kocasına dar etme sırası, kadıncağızda!!! Açmış ağzını, yummuş gözünü. Ama, dede kurnaz mı kurnaz. Kafasında kırk tilki, kırkının da kuyruğu birbirine değmeyen tipten. Tilkiliği de geç, kurt mu kurt!!! Öyle bir hamle yapmış ki, evlere şenlik:
Çevik bir hareketle çekmiş iki kulağındaki işitme cihazlarını, yüzük gibi geçirmiş parmaklarına. Asırlık dişi çınarı karşısında bağıra dursun, kimin umurunda! Sadece hanımının ağız hareketlerini, agrasif jestlerini, asık mı asık, şekilden şekile giren suratını görüyor. Amma ve lakin, ses, yok. Yani, görüntü var, ses yok. Bu da yetmiyormuş gibi al sana bir tebessüm; sırasıyla kıkır kıkır, en sonunda da kahkahaya varan bir gülme!!! Ve nihayet, hatununun karşısında kulaklıklı parmaklarını şıkırdata şıkırdata, belini kıvırta kıvırta, nihayet göbeğini oynata oynata oynama!!! Hanımı da anlıyor tabi, o da üretmiyor fazla; baktı ki olmayacak; karşısında, kafasından belki de 90 Kasım geçen yaşlı bir kurt var, susuveriyor. Sen misin kendisine bunu yapan? Alsana misilleme dermişçesine o da çıkartıyor kulaklıklarını, koyuyor kenara… Bu yaşlı kurtlar arasına ne çocukları, ne de torunları giriyor. Sağır, kendi duymadığı için karşısındaki herkesin de duymadığını sanırmış. Kadın nihayet yaklaşıyor yanına çınardaşının, eğiliyor kulağına, sözde fısıltıyla bir şey der gibi yapıyor: “Sen benim 75 yıllık ÇATLAK ÇEKİRGEMSİN. İYİ Kİ DE KAÇMIŞIM SANA!” deyiveriyor. Al sana uyum, al sana asırlık bir aile düzeni örneği!!! Çözüm, bizde vesselam…
Peki, şuna ne dersiniz?
O zamanlar belki de ilkokula gidiyorum. 40-45 yıl öncesi yani.
Babam, Seydilerli Kır Hasan lakaplı bir amcaya bir ramuk (römork, traktör) saman getirtti. Nihayet rahmetli anam dahil ailecek boşalttık ve misafirimizi eve yemeğe davet ettik.
Sofradayız.
İnanın, az kaldı gülmekten akşama kadar aç kalacağımı sandım.
Bu amca; atletik yapılı, suratı gün yanığı, derisinin dipleri görünecek seyreklikte kır sakallı bir amca. Öldüyse, Allah (CC) rahmet etsin, yaşıyorsa şayet, hayırlı ve uzun ömürler versin. Yıllar sonra, komşumuz, kendisini, iki katlı ahşap evinin çürüyen ana direklerini, sütunlarını değiştirmesi için de getirmiş. Koymuş kırk tonluk krikoyu adam, koca eve hiç zarar vermeden bu değişimi yapmış. Adamda yok, yok. Maharetli mi maharetli.
İşte böyle bir adamla sofradayız, başladık yemeğe. Bir yandan yemek, öbür yandan muhabbet:
Sözü, kendisine bırakalım:
“Yaşım şu. (O zaman söylemişti ama unuttum. 65-70 gösteriyordu.) Küçük bir yaşımdan beri traktörün üzerindeyim. Saz gibi kullanırım mereti. Karayemiş Vızganası gibi öttürür, şimşek gibi de hız yaparım. Ama, o gün bu gündür de gerek imkanım olmadı, gerekse ben istemedim, ihtiyaç da duymadım; EHLİYETİM OLMADI. Her tarafa gittim, ehliyetsizim. Kimine yalvardım, yakardım, kimine evde unuttuğumu söyledim, cezayı yırttık, anlayacağınız.”
“Eeeeee amca; şaşma sözü, bana aitti, demek hiç yakalanmadın, ceza almadın!!! Vay be!!!”
“Bekle emmisinin, acele etme, anlatıyorum ya!”
Bir taraftan ısırdığı somun dilimi ve kaşıkladığı kara pancar çorbası ağzında, bir taraftan da deşti elma ekşisini yudumluyor; ama, ortak nokta, hikayesi.
Devam etti:
“Daha yeni. Birkaç aylık bir mevzuu. Yüklemişim samanı. Gereken yere yıkmışım, almışım da gıcır gıcır paramı. Keyfime diyecek yok. Kırcalar’dan Kastamonu’ya doğru gidiyorum. Seydiler’de yaptıramadığım ufak bir sanayi işim vardı, hayli de gecikmişim zaten. Yüzlerce metre ilerisini gördüm ki, araçlar dizi dizi. Kırmızı mavi ışıklar yanıp sönmekte. Jandarma, trafik kontrolü yapıyor. Bir iş var anlaşılan. Kaçamazdım, geri de dönemezdim. Girdim sıraya. Dediğim gibi, onlarca metreden duyuyorum kaptanların yalvarışlarını. Kimi ‘yapmayın komutanım, unutmuşum, diyor, çoluk çocuğum aç, o kadar cezayı ödeyememem!’ diyor, kimi motorlu taşıtlar vergisini yatırmamış, kimi egzoz muayenesini yaptırmamış… Ama, dinleyen kim. Benimse baştan bir kere, ehliyetim yok. Sigortam, muayenem, hepsi de eksik. Her zaman da ‘Allah’a emanet’ çıkmışımdır trafiğe. İnanın dört dörtlük inceleseler, trafikten anında men ederler, beş dakika bile komazlar beni!”
Bayağı heyecanlı anlatıyordu. Gene sabredemedim, tam ‘Eeeee, sonra amca?’ diye soracaktım ki, kanlı, iri gözlerini öyle bir açış açtı ki, sustum.
“Emmisinin, var mı bende ceza yiyecek göz, bak hele gözlerime? Numara yaptım. SAĞIRLIK NUMARASI.” Jandarma:
“Amca, ehliyetini göster.”
“Eeeee????”
“Ehliyetini amca, ehliyetini!”
“Emmisinin, duymuyorum, kulak cihazlarım da arızalandı. Sizi duymuyorum. Ne diyorsunuz?
“Böyle böyle, siz deyin 15 ben diyeyim 20 kez tekrarlattım bu kelimeyi. Her seferinde de biraz daha şiddetli bağırıyor, yırtınıyor zavallım. Bu böyle olmayacak dedim, kimliğimi gösterdim, ‘Bunu mu istiyorsunuz?“
“Olmaz, ehliyet!” dediler.
“Visite kağıdım yanımdaydı. Onu istiyorlar galiba diye, sırf onları bıktırıp zıvanadan çıkarmak için onu çıkardım.”
“Ehliyet amca, ehliyet, ehliyeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeet?”
Bu arada, on beş dakika falan beklettim onları. Arkadan da değişik marka ve modellerde, tiplerde onlarca aracı durdurdular. Beni bırakınca sıra onlara gelecek. Benimle resmen kavga ediyorlar, sağırlık numarası yapmaya devam etmem lazım. ‘Ehliyetim yok’ diyemem.”
Kır Hasan Amca’yı dinliyoruz:
“Peki, dedi komutan; peki amca, ruhsatını göster o zaman? Burnundan soluyordu. İnan ki bir ara beni dövecek sandım. Bunu da anlamamalıydım, duymamalıydım. O zaman foyam meydana çıkardı.”
“Ee?!!! Duymuyorum evladım, ne dedin?”
“ Ruhsat, ruhsat!”
“Ne dedin, anlamadım.”
“Ruhsata benzer bir kelime geldi aklıma. ‘Tamam tamam evladım, hemen gösteriyorum.’ Dedim, indim aşağı, ıkına bıkına kasaya çıktım. Dört asker de beni pürdikkat inceliyorlar. Olur ya, ruhsatı belki kasada olması muhtemel çeketimin cebine koyduysam ya!!! Oradan urganı aldım elime. ‘Alın evladım, urgan’ deyiverdim.
“Bu ne?”
“Urgan sordunuz ya az önce!”
Komutanları, resmen burnundan solumaya başladı.
“Bu olmaz!” dediler.
“Tuttum bu sefer aradaki çekici uzattım kendilerine, özür dileyerek!”
“Hem sağırlık numarası yapıyorum, hem yaşlıyım, hem de gayet ciddiyim.”
“İnanın evlatlarım, bu, onları zıvanadan çıkaracak son hamle oldu. Onlar ruhsat, ehliyet, muayene evrakı dedikçe kimlik, urgan, çekiç, eşimin üzerimde kalan nüfus kağıdı, visite kağıdı… ne varsa onları uzattım kendilerine, bunları mı istiyorsunuz? Diye. Çekiçten sonra da, belki bunlar işine yarar diye, geçen sene torunumun çektiği aile fotoğrafını tutuşturdum ellerine.”
“Bana bak amca; amca dedik, baba dedik, dede dedik; yirmi yirmi beş dakika bizi meşgul ettin. İttirol git şuradan, def ol…. Yürü!!! Bir daha karşımıza çıkma.” Diye beni kovdular, açık açık tartaklamadılar da belki de bunun yerine ittirettiler. Ama, dedim ya, ben sağırım güya; bunları, bu hakaretamiz ifadeleri de duymazdan geldim.”
“Bu küfüre yakın ifadelerine, hakaretlerine “Aleykümselam komutan. Ve aleykümselam. Siz de ailenize selam söyleyin!!!” demem mi???
“Abi, ben oradan öyle bir uzaklaştım ki, sormayın. Kurşun atsan bana yetişmiyor. Tepeyi aşmadan, çaktırmadan şöyle bir geri bakasım geldi; bana yazamadıkları cezanın belki de hıncını, onlarca katını, bekleyen zavallılardan çıkarıyorlardı. Fazla da bekletmiyorlardı haaaa!!!”
Uyanıklığın da böylesine hiç rastlamamıştım hani. Yemeğimizi gülmekten yiyemiyorduk neredeyse.
Şu hayatta, belalar karşısında kör ve sağır numarası yapsak; hiçbir zaman hapishane, hastane ve mezarlıktan hiç birini tercih etmek zorunda kalmayız muhakkak!!!
Peki;
Tüm hatırlatmalara rağmen işini savsaklayan personelin halini sağırlık terazisi tartar mı?
Tüm dünya liderlerinin, askeri, ulusal, uluslararası birliklerinin 1948’DEN BERİ KAHROLASI BEBEK KATİLİ, SOYKIRIMCI İSRAİL ve AVANELERİNİN FİLİSTİN’DEKİ VE DAHİ GÜNÜMÜZDE BUNLARA EK OLARAK LÜBNAN’DAKİ, 1949’DAN BERİ KAHROLASI ÇİN’İN DOĞU TÜRKİSTAN’DAKİ UYGULADIKLARI CİNAYET MAĞDURLARINI; yüz binlerce çocuk, kadın, yaşlıların iniltilerini duymazdan ve görmezden gelmelerini, yıllardır sergiledikleri caniliği değil sadece sağırlık, körlük ve tüm duyu ve duygularını, medeniyet ruhlarını dahi saf dışı bırakışlarını, sağırlık terazisinin hangi kefesine koyacağız? 19.10.2024