İt Sürüsü-2
Burhan Karagöz
(Kişi isimleri temsilidir.)
-1-
Kahvede oturuyoruz. Masada 3-4 kişiyiz, çay içiyoruz. Hızlı okuma kursundan kalma bir alışkanlık olsa gerek; göz idmanlarımı her gün tekrarladığım için bir yandan sohbet edip, öte yandan da başımı hiç kaldırmadan, sağa sola çevirmeden, gözlerimi saniyeler içinde tüm masalarda dolaştırabiliyor, sadece göz bebeklerimi hareket ettirerek içinde bulunduğum ortamın neredeyse yüz seksen derece sağını, solunu, aşağısını, yukarısını, ötesini, berisini, kıyısını, köşesini, en uzağını ve en yakınını net olarak kolaçan edebiliyorum. İçerisi tıklım tıklım: Girenler, çıkanlar, sohbet edenler, buzağı alıp öküz satanlar, verdiği sözde durmayıp dediği günde gelmediği için pazarlık yaptıkları kişilerce gıyaplarında küfür yiyen ustalar, borçlularını arayıp soranlar, yıllar sonra ilk kez karşılaşanlar vb. Günlerden de Pazartesi, yani bu bakır kenti yeşil Küre’mizin pazarı olmasından dolayı köylerden, çevre ilçelerden gelen- gidenler, anlayacağınız, kalabalık mı kalabalık. Allah’tan ki içerde sigara içilmiyor.
Gözlerim ansızın 4-5 masa ötedeki gruba takıldı. Masadakilerin tümü ile göz göze geldik. Meğerse hepsi bizim masaya doğru bakıyorlarmış, yakaladım onları. Ayıp olmasın diye anında çevirdim gözlerimi. Bizse sohbete devam, çaya devam. Bir dakika bile dolmadan gene çaktırmadan kolaçan ettim o masayı. Aha, işte o masadan yaşlı bir amca bize doğru yaklaşıyor.
“Selamünaleyküm beyler.”
“Ve aleykümselam amca. Buyurun, oturun.”
Yan masadan az önce boşalan bir sandalyeyi çektik, oturmasını istedik. Oturdu.
“Geriş’ten Eminâ’nın ooolu kim içinizde?”
Benden bahsediyordu.
“Benim dayı. Buyurun.” Ellerine uzandım. “Rica ederim yeğenim!” dedi, geri çekti. Kendimi tanıttım.
“Dayısının Allah (CC) senden bir değil bin kere razı olsun.”
“Amin, hayırdır inşallah dayı, dedim; ancak bu deyişim, adeta “Hangi dağda kurt öldü dayı?” der gibiydi.
“Dayısının ben İkizciler Köyü’nden Şahin. Babanı çok iyi tanırım, çok karakterli bir adamdır; ama seni neredeyse hiç görmüşlüğüm yok!”
Haklıydı. Lise’den itibaren başlayan gurbet hayatı, bizi karşılaştırmamıştı. Ben de torunlarından birini tanımama rağmen kendisiyle diyaloğum neredeyse hiç olmadı desem yeridir.
Tane tane devam etti:
“Burhaaaan… Burhaaaan… Adını çok duydum emmisinin. Ancak görüşmemişiz demek. Duyduğuma göre geçenlerde bizim köyden geçerken içlerinde bizim köpeğin de olduğu üç köpek sana saldırmış.”
“Emmisinin, her köpekte olduğu gibi, bizimkiler de sığır sıpa yanından geçerken sığırlarımızı kızınıyorlar, sakınıyorlar (kıskanıyorlar), onun için de saldırmışlardır. Kusura bakmayasın.”
“Doğrudur dayı. Köpektir, saldırır. Bu durumlarda bize, kendimizi savunmak düşer. Ancak, dayı, ortalıkta sığır mığır yoktu. Neredeyse binlerce dönümlük arazinin yegane sahibi kendileriymiş gibi hareket ediyorlardı. O kadar kuvvetli sesime ne erkek, ne kadın, ne yaşlı, ne çocuk, hiç mi hiç karşılık veren de olmadı.”
“Sen okumuş adamsın, kendini tabii ki de ısırtmazsın. Savunursun. Kim olsa ısırgan mı ısırgan, saldırgan mı saldırgan köpekler karşısında aynısını yapar. Hatta baktı ki canı tehlikede, vallahi bakmaz gözünün yaşına, vurur bile onları, pırasa gibi dokur; ne sahibi aklına gelir, ne de köpeğin cinsi, kalitesi…”
Anlaşılan, nabzımı yokluyordu. Bu hikayenin sonu nereye varacaktı acaba? Tam söze girecekken gene devam etti:
“Baştaki duamı tekrarlamadan edemeyeceğim; Allah Senden razı olsun. Kendini havkalatmadığın (ısırtmadığın) gibi köpeklerde de hiçbir yara-bere yok. Senin ‘dolu’ olduğunu da biliyoruz biz. Bunun yanında yıllardır karate, kungfu, tekvando, boks gibi bireysel sporlarla da uğraşıyormuşsun. Seni bir tık daha yakından tanıyanlar diyorlar ki, namazında niyazında da biriymişsin. O gün hem kalın mı kalın, sağlam mı sağlam sopan varmış, ama kullanmamışsın, daha doğrusu, kullanmaya gerek görmemişsin. İsteseydin hemen dayağa sarılır, üçünün de tüm dişlerini döker, yaşayamaz durumda bırakırdın onları. Hem de ‘dolu’ymuşsun. Ancak, yapmamışsın, iri mi iri taşlar fırlatmışsın, hatta çok yakınlarına sokulmalarına müsaade de etmişsin yalaka domuzların, fırlatmışsın kanaralara taşları, ancak bilerek tutturmamışsın. Bu arada bu azgınların dişlerine de kanını haram kılmışsın. Senin sesinden, kendilerine tutmasa da taşların toprağa temasından, taşların iriliğinden olsa gerek, ürkmüşler, kaçmışlar… Onunla geçmiş olsun. Çok korktun mu acaba emmisinin?”
“Hayır dayı. Korku, bir ara şu beden evime misafirliğe geldiydi. Fazlasıyla ağırladığımdan mıdır, yoksa geldiğine bin pişman oluşundan mıdır bilinmez ama, o günden sonra bir gitti, pîr gitti. İmi türbesi kayboldu korkunun bende. Evel Allah!!! O ortamda korksaydım şayet, bilmiyorum ama, şimdi olduğu gibi, acaba saldırgan bir köpek sahibi olarak hastanede ziyaretime gelir miydiniz? Veya, mezar başıma gelip bir Fatiha okur muydunuz ruhuma?”
Dudak büktü, sorularımı duymazlıktan mı geldi kestiremedim ama, kendi yolundan devam etti:
“Valla emmisinin, iyi ki de sende zarar yok. Diğer köpek sahipleri adına da kusurumuza bakma, e mi? Sığırlar uzak yerlerdeydi, köyden sesini duymuşlar. Hatta diğer sahipleri ‘Söyleyver yengesinin söyleyver. Söyleyince dokunmaz!’ diye de karşılık vermişler sana. Ama, malum ki o gün neliklerine geldiyse yalakaların, kudurukların; saldırmışlar, durmadan, dinlemeden, dinlenmeden saldırmışlar.”
Bu arada çaylarımızı yudumluyoruz. Önceki masa arkadaşlarımızdan biri işinin olduğunu ileri sürerek müsaade istedi, kalktı gitti, diğeri televizyondaki haberlere odaklanmış görünüyordu. Söz, Şahin dayıdaydı gene:
“Senle tanışmamız çok iyi oldu. Şöyle ki, alenen saldıranları ortadan kaldırmak şöyle dursun, kıllarına dahi zarar vermeden onlardan kurtulup yoluna devam etmen, yaşam mücadelesini asla terk etmemen, takdir edici. Yoksa aynı durum benim başıma gelseydi, sendeki imkan bende olsaydı köpekleri parçalamakla, onlara sıkmakla kalmaz, sahiplerini de mahkemeye verirdim. Emmisinin yaşadığım sürece senin yöntemini, olgunluğunu örnek alacağım, her yerde de konuşacağım…”
Sohbetimiz, tazelenen çaylarla farklı konularda da devam etti. Hatta kapanışı kahveyle yaptık. Olayı ilk kez duyan diğer masadaşım da hayretle bir ona, bir bana bakıyor, bütünü belirsiz bin parçalık darmadağın yapbozu zihninde birleştirmeye çalışıyordu. İkimiz de bir açıklama yapmadık kendisine, kendisi de zaten konuya dair bir şey de sormadı. Meğerse İkizcilerli amcayla hısımken hasım hale düşmüşler…
Şunu da öğrendim ki kendimi itlere karşı savunma yöntemim, ulusal ve uluslararası arenada örnek alınacak tiptenmiş…
-2-
Milli Eğitim’de çalışıyorum o zamanlar. İzleme Kurulu olarak Bozkurt Yarı Açık Cezaevi’ne gitmiştik. Kapıdaki nöbetçi askerlere kendimizi tanıtıp içeri girdik. Bahçede, henüz bina içine girmeden birkaç gardiyan ve askerle hasbihal ediyoruz. Kurul üyelerimizden bir hocamızın ansızın “Anammmmm!!!” diye haykırışıyla irkildik. Bu irkilme, üyeler olarak diğer dördümüzle bahçedeki asker ve gardiyanların tümüne aitti. İrkilmenin kaynağı ise bahçenin bir köşesinde uyuz uyuz yatan çelimsiz, kulakları düşük, siyah bir köpeğe aitti. Ahmet hocamızı kaşla göz arasında paçasından kapmış, kan bile çıkarmıştı. Gardiyanından askerine herkes köpeklerinin bu ani saldırısı karşısında şok olmuş, hatta çok da mahcup hale düşmüşlerdi. “Yıllardır buradadır bu it, adeta bizim kankimizdir, hiç böyle bir şey yaptığına şahit olmamıştık!” dediler.
Rahmetli annemi, köyde yıllardır yal vererek besleyip büyüttüğü köpek omzuna atlamak suretiyle ısırmıştı.
Ortalık, dün ve bu gün, köpeklerin kovaladığı, ısırdığı yakından uzağa tanıdık tanımadık insanlarla doluydu.
Başıboş köpekler sorununun çözümü, çoğu yerlerde belediye başkan adaylarına seçim vaadi haline yükselmiş, yetmemiş, Meclis’ten buna dair yasa dahi çıkmıştı.
Bir ara gene Yatsı’yı çarşıda kılıp eve dönüyorum. Yayanım.
İnebolu Halk Eğitim’in oraya doğru tırmanırken bir-iki yüz metre önümde, mübalağasız on-on beş köpeğin bir vatandaşa saldırdığına şahit oldum. Sesleri, korkunçtu. Adımlarımı sıklaştırdım. Niyetim, bir an önce yetişip yardımcı olmak. Baktım ki bizim kitapçı Enver abi. Koşmaya, daha hızlı koşmaya başladım. Ancak bir de ne göreyim, az önce çılgınlar gibi saldıran onlarca it, çil yavrusu dağıldılar, dört bir yana kaçıyorlar. Darmadağın oldular. Enver abi de üstlerine üstlerine gidiyor. Bir sağdakilerin peşine düşüyor bir yukarı kaçanların; bir aşağı koşanlara yetişmeye çalışıyor, bir sola şimşek hızıyla kaçanlara.
Kovalamayı bıraktı.
“Abi, dedim; geçmiş olsun!!!”
“Sağ ol hoca!”
Elindekini sordum.
“Köpek kovucu!” dedi.
İşte köpek kovucuyla tanışmam ve marifetlerine şahit olmam o geceye rastlar.
-3-
Gene İnebolu’daki bir hadise. Günlerden Cumartesi. Sohbet öncesi vakıf yemeğindeyiz. Yemekler dağıtıldı, herkes bu midesel faaliyetle meşgul. Ancak sonradan dahil olan misafirlerden bir tanesi, Kaportacı Osman Usta, yanıma oturmuştu. Elinde telefonu; ‘Aha!!! Bak hoca bak, dedi, telefonu uzatarak.’ Ekran kararmış, ancak ufak tefek lipirdenmeler görünüyordu. Herhalde telefonu bozuldu da bunu benle paylaşmak istiyor sandım.
“Bu nedir abi?”
“Canlı yayın.”
Birkaç saniye daha dikkatli baktım ki, köpek havlama sesleri duydum. Kalın, kaba, üstelik ardı arkası kesilmeyen kovalamacı bir sesti.
“Hayırdır abi! Nereye kamera koydun da köpeklere teslim ettin?”
Erkekarpa Köyü’nde, sizin okulu geçince keskin viraj var ya, onun yukarsında arılarım var. Fakat ayı arım (fırsat) vermiyor. Ben de kovanların etrafını çitle çevirdim, kamera yerleştirdim. Bizimkilere bir de kulübe yaptım abi, fırsat buldukça izliyorum. Şimdi de gördüğün gibi ya ayı veya domuz, büyük bir hayvan yaklaşmaya çalıştı ancak bizimkiler buna fırsat vermedi, kovaladılar ve kaçtı koca hayvani hırsız! Hatta sesini sen de duydun!”
“Haydaaaaa!!!”
Köpeklerin markasını sormadan edemedim.
“Kangal, dedi, niye şaştın ki?!”
Açıklama yapmadım.
Bir taraftan yemeğe devam edip, diğer taraftan da hareket halindeki arabalara, kedilere, kurda-kuşa, börtü böceğe, kamuya ait olan yoldan geçenlere saldıran köpeklerin yanında; küçük ve büyükbaş hayvan sürülerini, evi, köyü, tarlayı, bağı, bahçeyi, iş yerini koruyup kollayan; hırsızlara, arsızlara, namussuzlara, art niyetlilere, kapkaççılara, uyuşturucu tacirlerine, teröristlere, düşmanlara dünyayı dar eden, onlara daha dünyadayken cehennemi yaşatan, onları asla koruma sahalarına sokmayan köpekler de gündemimize girmişti.
Günümüzde, köpek eğitim merkezlerinde (KEM) eğitilen köpeklere de demeli? Asker ve polisimizin kâh birkaç gramlık, kâh tonlarca ağırlıktaki uyuşturucuları bulmakta kullandığı, iş yeri, ev, bahçe bekçiliği yaptırılan ‘eğitimli’ köpekler, tabii ki de bu sürü sürü itlerin dışındadır.
Hatta sözümüz; 309 yıl uyur vaziyette kalarak günümüzden 1600 yıl önce Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius döneminde (MS 408-450) huzur ortamında uyanan, Allahü Teala’nın, 200 küsur sene sonra haklarında Kehf Suresi’ni indirdiği 7 kişilik ASHAB-I KEHF’in, yol arkadaşları, köpekleri KITMİR’e de değil.
Sözümüz; açık veya gizli tasması, sınır içi ve sınır dışı niyeti bozukların elinde olan yerel, ulusal ve uluslararası itleredir… 01.11.2024
(Devam edecek.)