İt Sürüsü-1
Burhan Karagöz
Az buz değil ha, ben de iyi bir hayvanseverimdir. Çünkü; kendilerini hayvansever sayan bir kısım şarlatanlar belki bana kızacaklar, belki küfredecekler, belki başı boş veya sahipli, fark etmez, köpeklere ‘it diye hakarette bulundu’ diye hakkımda dava açacaklar, ama, hiç de umurumda değil…
Arabamı satıp da alamadığımın bilmem kaçıncı yılıydı. Köyüm Karadonu Geriş’ten ilçe merkezine doğru yayan hareket etmekteyim. Vakit öğle üzeri. Mesafe, 12 km. Çam, köknar kokulu, o zamanlar bakımsız mı bakımsız stabilize yollardan, kendi halimde, aheste aheste Küre’ye doğru gidiyorum. Yalnızım. Kimi nefes alışverişimi dinliyorum, kimi kuş, kurbağa, çekirge ve börtü-böcek seslerini. Elimde yüküm de yok. Hiç yakamı bırakmayan kâh puful puful, kâh haşin mi haşin rüzgar, Güneş’in yakıcı sıcaklığının önüne geçse de onun beni terletmesini engelleyemiyor. Gençliğimde iki saatte aldığım bu yolu neredeyse üç buçuk-dört saatte alır hale düşmüşüm. Kilom da almış başını gitmiş… Vah bana, yazık bana!!!
İkizciler Köyü’ne yaklaştım. Yolun yarısı sayılır. Atletim, sırtıma yapışmış halde.
Köpeklerin havlamasından, yüzlerce metreden kokumu aldıklarının ve bana doğru hızla yaklaştıklarının farkına varıyorum. Evet, çirkin bedenleri görünmese de kulakları tırmalayan sesleri dakika dakika yaklaşıyor, artıyor. Seslerinden, geniş, sarkan avurtlarını dolduran havanın kabalığını, dişlerinin iriliğini, gözlerinin ateşsiliğini görüyor gibiyim.
Geliyorlar.
Kendilerini henüz göremesem de, seslerini okuyabiliyorum; bana doğru hızla yaklaşıyorlar.
Bir dakikaya kalmaz yanıma dek gelirler, bana saldırırlar. Saldıracaklar da. Onlarcası dört bir yanımdan beni lime lime edecekler, bunu, adım gibi biliyorum…
Hay Allah… Kalabalıklar da… Ne on’u… Belki de yirmi, otuz!!!
Veya, bana öyle geliyor!!! Korkuyor muyum ne!!!
Olacak ya, yanımda ekmek de yok ki atıversem de gazlarını azıcık da olsa alıversem, hedeflerini şaşırtsam!!!
Ne yapmalı, bilmem ki?!!!
Bir, bir buçuk saatlik yürümenin ardından saçlarımın dibinden tırnaklarımın uçlarına dek terlesem de, bunlara haddini bildirmeyi de kendime görev saydım.
Günlerini görecek onlar!!!
Gözlerinizin üstünde kaşlarınız var demediğim halde, hiçbir işlerine burnumu sokmadığım halde bana ürümek, bana posta koymar, bana saldırmak neymiş, görecek onlar!
Korkmuyorum. Kendini kaybetmiş it sürüsünün içinde tek de kalsam, kendi başımın çaresine layıkıyla bakacağımı da gene adım gibi biliyorum: Gerekirse boğum boğum boğuşacağım, yuvarlanacağım onlarla, salyalarını akıta akıta dışarı fırlayan dillerini yakalayacağım ellerimle, kopartacağım bre! Hem de çırım çırım çığırtarak mücadele edeceğim onlarla. Hep hayal, hep teselli…Fukara tesellisi, besbelli…
Neyse!!!
Nefeslenmek için mola verdiğim aranın birinde, yol kenarındaki kalın, sağlam ve yaş bir ağaç dalı elimdeydi. Bu, iş görürdü. Hem de baston niyetine kullanıyordum. Ama, düşündüm ki, hadi birisine vurdun, ya diğeri, diğerleri n’olacak? Onlar, arkadaşlarının acısını, kinini paylaşmayacaklar mı? He? Bu sopanın yetmeyeceği gerçeğiyle, en irisi yarı yumruk büyüklüğünde, en ufağı da onun yarısı kadar olan taşlardan da diğer elime birkaç tane aldım. Nasıl olsa bu iş olacak, nasıl olsa bana saldıracaklar, ısırmaya çalışacaklar… Hazırlıkları, dakikalar öncesinden de tamamladıklarına göre!!!
Belki sahipleri duyar da itlerine ‘hoşt!’ der diye, var kuvvetimle bir nara attım: Laaaaaaaaaaaaaaaannnnnnnn!!! Az önce de dedim ya, böyle bağırmamdaki maksat, ilk etapta belki sahipleri sesimi duyar da itlerine ‘hoşt’ der diye beklentimin oluşuydu. Nerdeeeeee!!! Yanıldım. Sesime karşılık veren, bana benzer yaratıklardan ses seda çıkmadı. Civarda kimsecikler yok. Kimsenin imi türbesi yok. Karşıda koca köy var, sanki tüm evler mezar taşları da, koskoca köy de kabristan sanki!!! Olsun! Esasen böyle bağırmamdaki gizli maksadım, onların seslerini kendi sesimle bastırıp korkmalarını, yanımdan, çevremden uzaklaşmalarını sağlamaktı… Ama nerdeeeeee??? Kızdılar, kızıştılar ve daha fazla, daha hızlı, daha ateşli kükrediler. “Vay sen misin bize bağıran, bize karşı çıkan? Buralar bize ait mekanlar. Nasıl geçersin bizden habersiz, buralardan???” mı diyorlardı acaba, he?
Aha, iri kafası göründü işte birinin. Yolun altından bana doğru havlaya salya sümük geliyor. Nefes nefese!!! Jet hızıyla!!! Ne havlayış amma!!! Ağaca çıkmak istedim, yakınımda yok. Kaçmak istedim, onlar benden daha hızlılar, bunu da başaramam, bu muhakkak… Beni yakalarlar, parçalarlar; bu seçenek de imkansız, alnımda ‘Yutulabilir kolay lokma’ mı yazıyor da okudular bunlar? Bir yerde okumuş muydum, yoksa uzun kulaktan mı duymuştum, kestiremiyorum ama, seni köpek(ler) kovalıyorsa, yüz üstü yatarsan, çaresiz görünüşünden olsa gerek, köpek sana dokunmazmış. Yani onu mu deneyeyim bu esnada? Asla… Tırstım doğrusu. Bu, bilerek lades olmaktan başka bir şey mi sanki? Ortada tek seçenek kaldı: Karşı koymak… Savaşmak….
Hayvanları seviyorum, ama kadere bakın ki, benim sevdiklerim beni yiyecek şimdi; peki n’olacak şimdi??? Çok kalabalık sanmıştım o havlama seslerinden, ama, topu topu üç köpekmiş bu yaygaranın müsebbibi. Ben; bir, bir buçuk iki dakikaya yakın bu iç muhasebeyi yapadurayım, üç bir koldan belki de 10 metreye kadar yaklaştılar.
Ciddi görünüyorlar, korkunçlar!!!
Fakat korkmuyorum; kalbimde, beynimde bir ürperme yok!!! Kendime, kendimden de ziyade, ALLAH (CC)’A güveniyorum. “Kaderimde varsa üç köpeğe yem olmak, çekerim!” diyorum demesini de, o kadar da ucuz değilim hani!!! Allah(CC)’ın verdiği aklı neden kullanmayayım ki???
Yanlış anlaşılmasın, iyi bir hayvanseverim de haaa!!! “Eşek hoşaftan ne anlar???” dedikleri gibi (aslı; ‘Eşek hoş laftan ne anlar???’ olacak), birkaç kez “Gel ooooluuum, Karabaş; tanımadın mı beni, Alaman, gel güzelim ne yapıyon sen???” dedim ama, kimin umurunda? Hav da hav, hav hav da hav hav!!! “Al kibarlığını başına çal!” der gibi tercüme ettim bu havlamayı.
Elimin birinde sağlam bir sopa, birkaç taş, diğerinde ise gene iri iri birkaç taş mevcut. Ceplerim de taş dolu… Saniyeler geçtikçe çember daralıyor. Ne yapacağıma hemen karar verip karşı koymalıyım. Oysa, beynimin bir yanında da hayvan sevgisi dimdik duruyor. Tamam da, benim sevdiğim beni parçalayacak şimdi? Ne yapsın bu vatandaş?
Ansızın, iri taşlardan birini en öndekinin bir karış yan tarafına düşecek şekilde fırlattım. O da, “Sen misin beni taşlayan!” dercesine, tepki olarak, aradan sıvışıp bana olanı beter saldıracağına, ummadığım bir tepki verdi: Bir adım geri attı. Onun geri atmasını izleyen diğerleri de bir an tırstılar, duraksadılar. Bunlar, saniyeler içinde oldu. O anlık duraksamaları gören ben de taşı tam gediğine koydum, dakikalardır olduğum yerde onları izliyor, üzerime gelmelerini bekliyorken, ben de artık atağa geçtim, hem bir taş daha fırlattım üzerlerine, hem de bir ok gibi üzerlerine fırladım. Yetmedi, o kaba, yüksek, çirkin mi çirkin, çılgın mı çılgın; Piyade Çavuş olarak üç günlüğüne Isparta’dan Antalya’ ya gönderdiklerinde, yaptığım kısa künye ile Tugay Komutanını dahi birkaç adım uzaklaştırıcı o kuvvetli sesimle, sadece kalın ve geniş sesten oluşan tek hecelik narayı da tüm kuvvetimle kusuverdim: “Laaaaaaannnn!!!”
Aha, o da ne? Kuyrukları arka bacaklarının arasında, kaçıyorlar. Ne kaçış, ne kaçış!!! Ama, hem havlıyorlar, hem kafaları geriye dönük, hem de ileri kaçıyorlar. Ne garip!!! Sekiz on adım attım üzerlerine doğru, on on beş adım kaçtılar. Bu sefer, taşları değdirmemek üzere fırlatıyorum. Kendimi savunurluğum, merhametim ve hayvanseverliğimin samimi bir göstergesi olmalı!!! Hem taş yanlarına düştükçe bir kez hoplayıp, sanki değmiş gibi acı bir çığlık atıyorlar, hem de kafaları geride, ben peşlerini bıraktıkça tekrar ciddi ciddi saldırıyorlar, ama, ani bir dönmemle de fırtına gibi kaçıyorlar.
Çözdüm ya kendilerini, kovalamayı bıraktım.
Gene döndüler bana. Hem de eskisinden daha şiddetli, daha havlamalı, daha hayvanca, daha yakın…
Taşları bitirdim. Elimde tek sopam kaldı. Anca bir metre yaklaşınca iş görür. Asla kalbime korku gelmiyor.
Yere, taş alıp fırlatır gibi öyle bir çeviklik gösterip üzerlerine yöneldim ki; sanki etlerini kesmişim gibi yeri göğü inletircesine ağlamaya başladılar.
Kaçıyorlar.
Evet, it sürüleri kaçıyorlar!!!
Artık bayağı bir kovaladım. Bıraktım ancak kovalamayı, yoluma devam ediyorum. Dağınık ve ateşli olmasalar da gene etrafımı terk etmiyorlar. Adi adımla gidiyorum ya, ansızın durup da geri dönmek dahi yetiyor artık, bunu da çözdüm. Bu halde, belki de yüzlerce metre ilerledim. Gelseler de peşimden, havlamalar seyrekleşti, şahsıma saldıkları korkuların yetersiz kaldığının farkına vardılar, ama bence, erkekliklerine de toz konduramamalarından olsa gerek, kavgalarını da bırakmıyorlar…
Belki on beş dakika beni oyalasalar da, ahbap olduk sonunda. Üç yüz-dört yüz metre ilerledikten sonra, şöyle bir geri dönüp, dayakla üzerlerine yürümem, adeta zil gibi inleyerek kaçmalarını, ağlaya ağlaya uzaklaşmalarını sağlıyor ama peşlerini bırakınca da, ne hikmetse, tekrar bana doğru yönelmelerinin yollarını da açıyordu.
Ne garip bir anlayış??? Tamı tamına köpekçe bir anlayış, köpekçe bir davranış, hayvanca, hatta hayvan oğlu hayvanca bir yaşam tarzı:
Yalnız, suçsuz, ve güçsüze var kuvvetinle, sürüyle saldır, sert duvara toslayınca kork, tırs, kaç, barış; ancak fırsat buldukça da yeniden saldır… (Devam edecek)