İnebolu Meslek Yüksekokulu'nda Dörtyüzbin TL'lik Çay Tabağı
Burhan Karagöz
Olur mu Allah (CC) aşkına? Yani gerek mahalle bakkalına, gerek sıralı marketlere, gerekse ev gereçleri satan yerlere uğrasanız, bir çay tabağının ederi bu kadar olur mu? Gördünüz veya duydunuz mu be ya??? Hayır, şahsen ben görmedim, duymadım, ihtimal de veremiyorum zaten. Olsa olsa on TL, yirmi TL tanesi.
Ama, varmış. Yanlış duymadınız; bizim meslek yüksekokulunda bu kadar fiyatta, dahası bir milyon TL’lik bile çay tabağı varmış. Hatta kırk beş-elli milyonluk bile…
Nasıl mı?
Şimdi sıkı durun:
1990-1992 arası. Okulumu iki yıl uzatmışım, haliyle göreve de iki yıl gecikmeli başlıyorum. Alttan tonlarca dersim var. Ancak devam zorunluluğum olmadığı için sınavlara gidiyorum İstanbul’a. Evlenip de çoluk çocuğa da karıştığım için, bu süreçte vekil öğretmenlik istedim Küre İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden. Sağ olsunlar, verdiler.
İlk durak yerimiz bizim ilçeye bağlı Avcıpınarı Köyü İlkokulu. Toplamda 40 öğrenci, bir de asıl öğretmen var. Kadrolu hocamız 4 ve 5’leri aldı, ben de ilk üç sınıfı. Birleştirilmiş sınıfta ders veriyoruz. Sesli-sessiz şeklinde.
İlk günlerdeydi. Ben tabii ki çocukların genel yapısını daha bilmiyorum. Tüm sınıf karşımızda, ikimizse masada. Öğretmen arkadaş, Kenan isminde bir öğrenciyi çağırdı. Ayakta bekliyor:
“30’dan 39’a kadar ben sayacağım, 40’tan 50’ye kadar da sen. Anlaştık!”
“Tamam öyetmenim!”
Hoca, bitirdi.
Sıra, Kenan’da:
“… gıyg, gıyg biy, gıyg iki, gıyg üç…”
Meğerse öğrencimiz hem ‘r’leri ‘y’, hem ‘k’leri ‘g’ diye telaffuz ediyor, hem de bayağı bir hızlı konuşuyormuş. Taa baştan sona kadar ‘gıyb… gıyb… gıyb... gıyb…’ diye diye, tıpkı kontağı çevirdikçe çalışmayan bir aracın sesine benzer ses çıkmıştı.
Bu duruma Kenan zaten gülmüş, hoca gülmüş, tüm öğrenciler gülmüş, ben daha fazla gülmüştüm.
Kulakları çınlasın, Kenan’ın ilk tepkisi:
“Ya öyetmenim yaaaa!” olmuştu.
Yıllar sonra bizim ‘Bakır Başkenti’nde, Küre’de, görüştük kendisiyle. İri yarı, sakallı bir genç olmuştu. Kendisini güleç çehresinden hemen tanıdım. Kamyon şoförlüğü yaptığını söylemişti. Selam olsun.
**********
Diğer durağımızsa, o zaman bize bağlı, ancak şimdi Devrekani sınırları içinde kalan Kuz Köyü Baloğlu Mahallesi İlkokulu. Tüm meslek hayatım boyunca tüm öğrencilerimi ailemden bir parça gibi gördüğümden, onlara karşı tavrım da hep bu eksende olmuştur.
İlk dersteyiz, tanışıyoruz. Maksadım, herkesi son haddine kadar konuşturmak.
Sırayla gidiyoruz.
“Evlat seni tanıyalım?! Biraz kendinden, ailenden bahseder misin?”
Adım Recep. Annem babam sağlar. Çiftçilikle uğraşıyoruz. İki kardeşiz. Abimin adı da Şaban.”
“O şimdi asker mi?”
“Kim öğretmenim?”
“Ramazan?”
“O kim öğretmenim?”
Dese de esprimi anlamakta gecikmedi ve üç beş saniyelik düşünmeden sonra taa meslek hayatımı tamamlama süresine dek değişik tonlarla, kelimelerle devam edecek olan o malum cümlenin ilkini sundu:
“Ya öğretmenim yaaa!!!”
Pardon; aynı ifadeyi, müsebbibi ben olmasam da, ilk kez bir yıl önce, bizim Kenan’dan duymuştum.
*********
2000’li yılların başı. Kayseri Şeker Lisesi’ndeyim. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni. Liseler o yıllarda 3 yıl. Okul bayağı bir kalabalık. 27 sınıf var. Hatta o günlerde bir milyon merkez nüfusu olan Kayseri’nin tek Beden Eğitimi Sınıfı bile bu okulda. Okul genelinde 1500 öğrenci, 8’i edebiyatçı toplam 55 öğretmen varız. Okul, sabahçı-öğlenci şeklinde.
Günlük nöbetçiyim. Teneffüs arası, koridorda dolaşıyorum.
Sınıfların birinden öyle bir uçak uçurdular ki, az kalsın gözüme giriyordu. Allah korudu. Burnumun ucundan geçti. Kapıda kimsecikler olmasa da, uçağın geliş yönüne göre, geldiğini tahmin ettiğim açık kapılı sınıflardan birisine yöneldim. Burası, son sınıfların derslerine girmediğim fen şubelerinden biriydi. Ayağımın dibindeki uçak elimde, sertçe daldım sınıfa; 2 tane kız öğrenci, sınıfın bir köşesinde biri, çaprazında diğeri, uçakçılık oynuyorlar ve diğerinin elinde de aynısından var. Uçuşa hazır. Beni görünce şaşırdılar önce, birbirleriyle bakıştılar. Fırça atacağımı, kızacağımı sandılar. Donup kaldılar.
“Merhabalar gençler!”
“Merhaba hocam!”
“Dersler nasıl? Denemeler ne alemde?”
“Şükür hocam. Oldukça iyi. Birkaç yanlış çıkıyor gene de.”
“Dersane falan var mı, özel ders mesela?”
“Olmadan olmuyor ki hocam. Maalesef var.”
Ortam durulmuş, heyecanları pekişmişti.
“Ne olmak istiyorsunuz?” Dedim eli boş olana.
“Doktor.” Dedi.
“Yanlış tercih, deyiverdim hafif bir tebessüm ve kibar bir üslupla; bence uçak mühendisi olunuz, tank veya top mühendisi de olabilir, ardından da meslekî bir subay olarak askeriyede görev alırsanız, çok isabetli karar vermiş olursunuz!”
“Neden?”
“Çünkü atışınız mükemmel, ıskalama, neredeyse sıfır… Tahminim, nişan dahi almamışsınızdır; az kalsın koridorda gözüme girecekti uçağınız!!!?”
Hiç itiraz etmediler, “Hocam iftira atıyorsunuz, biz atmadık!” da demediler. Kızarıp bozarsa da, utancından yerin dibine girse de, Allah’ı var; özür üstüne özür diledi son sorumu yönelttiğim.
On yıl önce duyduğum cümlenin az bir değişiğini, ses tonu ve cinsiyet farkıyla tekrar duymuştum:
“Ya hocam yaaa!!!”
**********
Gene aynı yıllar. Bir yıl sonrası da olabilir. Aynı okul. Bu sefer dersteyim. Gene son sınıflardan birisi. Son sınıf genelinde deneme sınavı uygulanmakta.
Gözcü olduğum, üstelik derslerine de girdiğim bir sınıfta, bir erkek öğrenci soruları okuyup doğru bulduğunu optik forma kodlayacağı yerde, baktım formla ene kona oynuyor. Sınıfın konsantresi bozulmasın diye zil çalıncaya kadar ilgilenmedim kendisiyle. Fakat arada bir dolaştıkça da gözümün ucuyla kontrol edemeden duramıyorum.
Seçeneklerle şekil çiziyordu.
Zil çaldı, teslim aldık formları:
1-E, 2-D, 3-C, 4-B, 5-A;
6-A, 7-B, 8-C, 9-D, 10-E;
11-E, 12-D, 13-C, 14-B, 15-A;
16-A, 17-B, 18-C, 19-D, 20-E;
21-E, 22-D, 23-C, 24-B, 25-A…
Böyle böyle sayfayı tamamlamış, yetmemiş, aynı formun devamı sorulardan oluşan diğer sütununun da hakkını vermeyi ihmal etmemişti:
Karşı sütundayız.
Simetrik olsun diye:
26-A, 27-B, 28-C, 29-D, 30-E… şeklinde devam etmiş, tüm soruları da böyle şekillendirip teslim etmişti cevap kağıdını.
Tabii ki de Burhan hoca ile oynadığının farkında değildi genç. Göstermeliydim gününü ona. Tabii ki de kırmadan, dökmeden, incitmeden, rencide etmeden, tüm edeb’î ve edebî yönümü muhafaza ederek.
Edebiyatçı olmamız sebebiyle okul gazetesinin yürütücülüğü de ben ve diğer branştaşlardaydı.
Ad-soyad, sınıf ve özel nitelik arz eden diğer bilgilerinin üstünü kapatıp optik formunun fotokopisini çektirdim ve okul duvar gazetesinde:
“Orta Doğu ve Balkanların kilim motif yarışması sonuçlandı. Birinci, bizim okuldan!!!” diye yayınladım. Çünkü sınav süresince çalışması, usta elden çıkmış bir kilim motifinden başka bir şeye benzemiyordu.
Hocasından personel ve öğrencisine yüzlerce kişi sorsa da eser sahibinin kim olduğu, sadece bende kaldı. Sır!!!
Bir gün sonra gene dersteyiz ve aynı öğrenci ile göz göze geldik. O bir şey demedi, ben de konusunu bile açmadım. Bu sınıfta da soranlar oldu, cevaplamadım. Pimi çekilmek üzere olan bomba vardı sınıfta, 45 dakikadır ortaya çıkmamıştı ne hikmetse??? Zil çaldı, teneffüste yanıma geldi; fakat eklemeli olarak, biraz da sitem karışık gülümseme ile, yıllardır peşimi bırakmayan cümlenin aynısını sarfetti:
“Ya hocam yaaaa; mahfettiniz beni!!!”
“Sen olduğunu kim söyledi ki sana, nereden duydun?!”
“Ben biliyorum hocam, yetmiyor mu!” dedi dozunu yükselttiği tebessümüyle.
“Peki arkadaşım, en azından benim bulunduğum sınıfta yapmasaydın bunu! Neden yaptın ki?”
“Valla hocam, işin Türkçesi, ailem beni okula zorla gönderiyor. Ben okumak istemiyorum ki!” deyiverdi.
Bir iki gün sonra da panodan kaldırdım.
**********
2013’teyiz. Yer, İnebolu İmam Hatip Lisesi. İdareciyim, derslere de giriyorum. Dersin sonlarına doğru bir kız öğrenci el kaldırdı. Söz hakkı verdim.
“Hocam başım ağrıyor, biraz dışarı çıkabilir miyim?”
İzin verecektim zaten. Ancak gene bir muziplik geldi aklıma, ancak önceden kendisinden onay olmam gerektiğini düşündüm:
“Bir şey diyeceğim. Ancak darılmaca, gücenmece yok! Tamam mı?” dedim, gülerek.
“Tamam hocam.”
“Söz mü?”
“Söz hocam!”
Tekrar tekrar aynı teyidi aldım.
Her birinde de tamam dedi. Ki tüm sınıf, bu işte bir hinlik olduğunu çoktan anlamıştı. Hep birden:
“Söy-le, söy-le, söy-le, söy-le…!” diye 8-10 kez tekrarladılar. Zaten bu şekilde devam etseler değil sadece bir tanesinin, tüm sınıfın başı ağrıyacaktı.
“Siz bana ne sormuştunuz?”
“Başım ağrıyor hocam, dışarı çıkabilir miyim?!” Demiştim.
Hepsi, pür dikkat iki dudağımın arasından çıkacakları bekliyordu. Ancak içimde gene bir çekince vardı, söylememeliydim söyleyeceğimi, bende kalmalıydı diye düşündüm.
Hiç boş dururlar mı? Koz geçti ellerine bir kere; sınıfta az önceki tempo:
“Söy-le, söy-le, söy-le…”
Son bir kez onay aldım öğrenciden.
“Tamam, üzülmeyeceğim, kızmayacağım hocam!” dedi.
“Olsa da ağrısa!!!”
Yutkundu, birkaç saniye duraksadı, tüm sınıf da duraksadı aslında. Gene de kızmayacak, üzülmeyecekti, şakaya verecekti belki de. Ancak çoğunluğun “Ooooooooaaaaaauuuuuu!” şeklindeki geniş yuvarlak ünlüden başlayıp düz geniş ünlüyle devam ederek dar yuvarlak ünlü ile sonlanan yaygarası neticesinde hışımla yerinden kalktı, kapıyı sertçe açtı, sert adımlarla dışarı çıktı. Kapıyı da açık bırakmıştı.
Bana o an için “Ya hocam yaaaaa! Diye malum sözü duyurmadığı gibi, aylar sonra okullar kapanıp da mezun olmasına rağmen benimle bir türlü konuşmamıştı.
*************
On yılı aşkın da İnebolu MYO Sekreteri olarak çalışıyorum. Öğretmenlik, özellikle liselerde öğretmenlik yıllarım iyiydi, en azından dersteyken gerek gençlerden gelen gerekse benden kaynaklanan sözel dalgalanmalara ansızın fikir üretebiliyor, sınıfın fikir akışını anında yönlendirebiliyordum. Fakat, özümü kontrol ettiğim vakit gördüm ki, hala bende o enerji var:
Birkaç yıl önceydi. Üç öğrenci giriş merdivenlerinin üç dört basamak yukarısında, aynı basamakta sıra sıra oturuyor. Anlayacağınız, merdiven kapalı, aşağı yukarı geliş gidiş yok.
Dıştan geldim, genelde asansörü kullanmam, merdivenden çıkmam gerek.
“Gençler müsaade ederseniz çıkayım yukarı, he!!!” dememi beklediler herhal. Beni gördükleri, merdivenleri tırmanacağımı tahmin ettikleri halde kımıldamadılar. Ben de inadına onların müsaade etmesini istemedim. Aklıma geldi gene gelen:
Elimdeki çantamı omuzuma astım, gözlerinin önünde merdivenin sağ yan duvarını iki elimle itmeye başladım. Ciddi ciddi itiyorum, ittikçe de ayaklarım geri geri kayıyor.
“Ne yapıyorsunuz hocam?” dedi bir tanesi, dayanamayıp.
“Mimari hata kızlar! Dedim, yıllar önceki mühendis planı projeyi çizerken merdiven genişliğini dar bırakmış da, merdivenleri genişletmeye çalışıyorum!” deyiverdim. Birbirlerine bakıp gülüştüler. Kalkıp giderken, bir tanesi:
“Ya hocam yaaaaa!!!” demesine rağmen, diğeri “Neden söylemediniz ki hocam, kalkardık biz!!!” demese olmayacaktı kendince.
Hep beraber dışarı çıktılar.
***************
Ve bu yıl. Ekim başları. Dört bölümün de kayıtları tamam. Kontenjanlar çakılı. Her zamanki gibi konaklama sorunu gene hat safhada. Gerek öğrenciler kendileri, gerek veliler, gerekse devreye soktukları ekabir kesim sürekli telefon ediyor, ziyaretimize geliyor; orası olmadı burası, burası olmadı şurası şeklinde yardımcı olmaya çalışıyorduk tüm personel.
O gün kantin açık ve kalabalık. Dört beş öğrenci kantin dışında, sigara yasağı olan alanın dışında hem çaylarını yudumluyor, hem de sigaralarını tüttürüyorlar. Muhabbet koyu.
Selamlaşmanın ardından “Hoş geldiniz gençler!” diyerek bir kaç dakika ben de ortamlarına ortak oldum. Kimisi dalgın, uzun uzun bakmakta, dakikada bir konuşan tipten, sözlerinin arasına reklam giriyor gibi; gözleri kanlı kanlı, sanırım uykusuz. Kimisi bülbül gibi şakıyor, kimisi elinde cep telefonu, sosyal medyayla hemhal, kimisi elinde ceb’i, kim bilir kimle konuşuyor… Arabama yaslanmış bir iki tanesi de.
Fakat arabamla çarşıya inmem gerek.
Bindim, tam çalıştıracağım sırada Allah (CC) gene tam ortama uygun bir söz atmam için müsaade etti.
Kantinden aldığı karton bardağını kaputa koymuş çay ve sigarasını beraber götüren öğrenciye atfen:
“Arkadaşım, dedim; bu arada YENİ ÇAY TABAĞINIZ hayırlı olsun!!!”
Tonlama, bir kelimedeki değişiklik, cisimsel kalıplarda enine ve boyuna artma gibi hususları bir kenara itersek, 34 yıl önceki söylem, tıpa tıp aynıydı:
“Ya hocam yaaaa!!!”