İlginç Kahvehane Toplantısı-1
Burhan Karagöz
“Yeter lan, kesin tantanayı, dedi; sıktığı, istem dışı oklavalaşan kemik yığını yumruğunu masaya sertçe vurup, bu esnafların hiç mi iyi tarafı yok?”
Eğer sıradan bir yerde, farklı insan kitlelerine karşı bu söylem yerini bulsa tehdit kabul edilir, kan, ayak parmakları ucundan yıldırım hızıyla beyne sıçrar, bıçaklar, sopalar, tekmeler, yumruklar havada uçuşur, belki de kan gövdeyi götürürdü. Ama, oradakilerin gıkı çıkmadı. Üstelik kimisi kahkaha attı, kimisi tebessümle yetindi, kimisi mevcut sohbetine devam etti; yani tüm masadaki herkes bu kırk-elli metrekarelik kahvehanedeki kimse bu uluorta hakareti duymadı, jest-mimikleri görmedi, lafına laf katmadılar; toplam tepki: Sıfır. Acaba herkesin sinirleri mi alınmıştı ne?
Yalnız birkaç saniye ortalık buz kesti. Bu, büyük bir facianın başlangıcı sayılabilirdi, olmadı.
Tepkisiz tebessüm, tepkisiz gülüşler, tepkisiz eski konulu sohbete devam, bu ‘yabancıı’yı tamamen zıvanadan çıkarmış olmalı ki, nokta atışlı konuştu bu sefer, tüm şimşekleri üzerine çekiyor, resmen bela istiyordu:
“Heeeey!!! Duymuyor musunuz beni, sağır mısınız yahu? Size diyorum size; mesela (parmağıyla hedef göstererek) sana, sana, sana… Yani hepinize. Saatlerdir direksiyondayım, yorgunum, uzun, meşakkatli bir toplantıdan çıkmışım, bir demli çay içeyim de yoluma devam edeyim dedim. Ama dakikalardır konunuz aynı; şu esnaf şöyle, bu esnafın şu tarafı olumsuz, falan ayakkabıcı şöyle demiş, filan balıkçı rest çekmiş… Söylemeyeyim diyordum, başlayayım sizin muhabetinize!”
Gene tınlamamalar, gaale almamalar, birbirlerine imalı imalı bakışmalar…
Burnundan soluyordu. Birkaç kez beline davranır gibi yaptı. ‘Ondörtlü’sünü masaya koyup konuşmayı deneyecekti, biliyordu ki bu, kendisinin de sağ çıkamayacağına işaretti, cesaret hadi ne ise de, deli olmaya, hatta deli gibi görünmesine dahi gerek yoktu.
Durdu.
Baktı ki gene kendisini ti’ye alan yok, adam yerinden de sayılmıyor, kendisine iyi bir malzeme çıkmalıydı burdan. Kıyafetinin düzgünlüğü, silahı, kemik yığını atletik yapısı, sertliği, sesinin tokluğu, sivil yaşantısının negatif, belki de pozitif yapısına dair ip uçlarını gün ışığına çıkarıyordu. Peki, bu malzemeyi gün yüzüne çıkarma işi, nasıl olmalıydı? Tabii ki ortamın havasını biraz sabırla soluyarak. burada biraz daha kalacak, dinleme ve dinlenme işini bir arada yürütecekti.
Kahveciye seslendi. Bitirdiği küçük bardakta açık çayını, bu sefer, neredeyse yarısına kadar dem koydurup duble olarak tazeletti. Hem çayını içiyor, hem cebinden çıkardığı bir sürü evrağı kontrol ediyor, hem de pürdikkat ortama kulak veriyordu. Konu, kendisini tam can evinden vursa da sabırla bu manzarayı kaçırmayacaktı. Çünkü buradakilerin tamamı ‘garip’ insanlardı:
Ne bilsindi kahvecinin, konuşan kişi olduğunu:
“Tamam hemşerim, bir dakika! Konuşmam bitsin de!”
Cevap hakkı için süre bile vermeden devam etti:
“O da mı laf Celal; geçenlerde memlekette bir ayakkabıcıya gittim. Malum kış mevsimindeyiz, hatuna ve çocuklara bot alacağız. Anlayacağınız, ailecek oradayız. Bizimkiler o olmadı şu, şu olmadı bu, onu giy-çıkar, bunu giy, biraz gez çıkar vb. derken bayağı bir kaldık içerde. Doğru değil mi yani? Alacağımız bot deri olmalı, su geçirmemeli, kaymamalı, üstelik ayakları da sıcak tutmalıydı.”
Üç dört kişi birden “Eeeeee, sonra?!” Diye mırıldandı.
“Arkadaş, hatun dedi ki ‘Şunlar nasıl? Kaliteleri bunlardan iyi mi?”
“Abla, sizin gücünüz onları almaya yetmez. Bir öğretmen maaşıyla hocam ona güç yetiremez. Para da vermek istemez zaten. Mesela baktıklarınız da bayağı bir iyidir, fiyatı 150 TL’dir. Ama bu sırf deri olduğu için 600 TL’ye satıyoruz.’ Demesin mi?”
“Eeeeee?!!!”
Son söz, toplantıya ADANA’dan gelen Şakir beye aitti. En öte köşeden atılmıştı konuya.
“Şakir kardeş; moralim bozuldu. Hatta öyle bir bozuldu ki baba ve oğlunu oracıkta boğazlayasım geldi. Sabır çektim. Çünkü bu ayakkabıcı hem babamın, hem de kayınpederin arkadaşıydı. Kol kırılmalıydı gerektiğinde, ancak yen içinde kalmalıydı. Tepkimi ortaya illa ki koymalıydım, bu sözün kendilerine kötü puan kazandıracağını haykırmalıydım yüzlerine yüzlerine. Hatta o an içiz yüzlerine dahi tükürsem, alıp çoluk çocuğumu alıp, küfürden kalanını söyleyerek kapılarını da sertçe dıştan kapatsam, yeriydi. Ancak hatır, rahmetli babamın ve kayınpederin hatırlarıydı. Sabrettim. Taktım ya bu lafa ben; anında üslubumu, ses tonumu değiştirerek ‘Senin gücün yetmez almaya’ dediklerinden, ‘Ayaklarına uygun olanlarını buluyorsun!’ dedim. ‘Emin misin hocam?’ Dedi babası, pahalı ya, onun için dedim.’ Diye de ekledi. Bak hemşerim, memleketinize tayinim çıkmış, SİVAS’tan gelmişim. Anlayacağınız, gurbetçiyim. Siz bu kafayla yüz sene de olsa yerinizde sayar, zerre miskal ilerleyemezsiniz. Çünkü değil sadece sen ayakkabıcı olarak, ilçeniz bu şirin ilçeniz dahi gelişemez. Bence MUŞ, Muş olalı böyle talihsiz bir söz duymamıştı. Millet tercih etmez ki sizi!!! Bizimkiler beğendi, aldık. Ben dahi hiç alımkar değilken, aldım. İnadına aldım. Ama, o andan itibaren, taa aile dostluğuna dek varan muhabbetimiz anca selam alıp vermeye kadar indirgendi. Tüm alışverişimi başkalarından yaptım. Nadiren de internet tercihim oluyor. Aslında bu kaliteyi anında almak, anladıysa şayet, ona karşı küfürden ağır gelen bir hakaretti. İnşallah anlamıştır.”
Yan masadaki Murat bey, konuşma hakkının kendisinde olduğunu hemen anlamış olmalı ki, ocağa yakın masadan söze başladı:
“Bizim KİLİS’te de benim başıma geldi böyle bir şey. Ayakkabımı birkaç gün önce almışım. Çarşıda işim var. Merhabalığımız olan onlarca ayakkabıcıdan birinin önünden geçiyormuşum meğer. Dışta, taburesinde oturmuş, çay içiyormuş. Selamlaştık. ‘Hocam dedi, çay içelim, buyrun!’ Reddettim, çünkü işim aceleydi, ‘Sonra inşallah!’ Dedim. Ses tonunu artırdı:
“Ayakkabılarını nerden aldın? Bende de aynısından vardı hocam?!!!”
Rahmetli anamın tabiriyle, o an için sırf kanımın kurusundan (başım belaya girmesin diye aşırı sabrederek), ‘Benim sana borcum var mı?’ sorusundan başka, yıllardır muhatap olmuyorum. Anca gene yol kenarındaki dükkanının önünde oturur görürsem selam veriyorum, o kadar!...”
Söz hakkı, toplantıya GİRESUN’dan katılan Uysal beyde miydi ne?
“Bizim orada oğlumun da öğretmeni olan Arif bey, il merkezine taşındı. Bir iki yıl bir ilçenin büyükçe bir YİBO’sunda iyi de bir müdürlük yaptı. Üstelik aynı ilçenin sakinlerindendi. Ancak duyduk ki il merkezine tayin istemiş. Bir yıl sonra kendisiyle pazarda görüştüm ve selamlaşmadan sonraki ilk sorum:
“Abi, sen buralısın. Neden gittin ki memleketini bırakıp? Buranın öğrencilerine hizmet etseydin ya?” oldu. Cevabı enteresandı:
“Ne diyorsun Uysal bey sen? Keşke beş yıl önce gitseymişim! Sırf bir kısım esnafın olumsuz tavır ve davranışlarından, paragözlüklerinden dolayı ilçenin ekabir kesiminden de kendi öz yurtlarına beddua üstüne beddua ettiklerine şahit oldum!”
Devam Edecek