
Hoşgeldinsiz Güle Güle-2
Burhan Karagöz
Yıllardır kadrolu imamı olmayan köylerden biri, hem teravih namazlarını kıldırsın, hem de bu ayı kendilerine dolu dolu yaşatsın diye işin ehli bir vatandaşı imam tutmuşlar. Akşam namazı hariç diğer vakit namazları camide kılınacak, iftar ve sahurlarsa evlerde keşik keşik (nöbetleşe) yapılacak.
Ortalara doğru, nöbet sırası kendine geçen bir köy sakininin aklına bir hinlik geliyor; kimsenin haberi olmadan hocayı çok tehlikeli bir imtihana kalkışıyor. İftara yakın, hoca abdest almakla ve son hazırlıklarla meşgulken, kendi cüzdanından yüz doları çıkarıyor ve kaşla göz arasında, oturdukları, az sonra da oruçlarını açacakları odadaki açık masanın üzerine bırakıyor. Bu tür köylerde, Ramazan-ı Şerif’te akşam için camiye gidilmediğinden, camlardan köye bakanı açılır ve ezan, oradan okunur.
İftar, teravih derken aradan saatler geçiyor. Ev sahibi bakıyor ki paranın yerinde yeller esmekte. Oyunu tutmuş, hemen damgayı vurmuş hocaya:
Bu hoca hırsız!!!
Tabii ki de tüm bunları ilk etapta sadece kendisi biliyor, ev ahalisinden dahi kimse bilmiyor.
Keşik sırası başkalarına geçiyor. Günler sonra Ramazan bitiyor. Bayram namazının ardından dualar, bayramlaşmalar, vedalaşmalar derken imam efendi, anlaştıkları ücret de bir zarfın içinde kendisine takdim edildikten sonra, helalliklerin alınmasının ardından köyden ayrılıyor.
Bu hin (cin fikirli), tertibini ailesine de aktarıyor günler sonra. Ancak kötü niyetinin hizmetkarı icraatını değil de cüzdanından yüz doları odada düşürdüğünü, yüzde yüz bunu Mehmet hocanın çaldığını düşündüğünü açıklıyor. Adamın bir yandan Allah deyip öbür yandan yallah dediğini, koca kaymeyi (büyük parayı) görünce ‘bana mısın?’ demeyip, ‘helal mi, haram mı?’ düşünmeksizin cebellezi yaptığını (cebine attığını) dile getiriyor. Buradan hareketle de bayağı bir genelleme yapıp işi tüm hocalara, hatta Diyanet’e dek lanse edip Diyanet dahil aslında tüm din görevlilerinin damarlarında hırsızlık yattığını, cenaze yıkamada, sela vermede, defin iş ve işlemlerinde parasız adım bile atmadıklarını, para olmadan bir vakit bile namaz kılıp kıldırmayacaklarını anlatmaya başlıyor. Ancak, tüfek resmen geri tepiyor: “Çok aybetmişsin herif, sana hiç mi hiç yakıştıramadım. Çelişkili söylem ve davranışların da gösteriyor ki senin niyetin bozuk. Senden her şeyi beklerdim de bunu asla!!!” Dedikten sonra günlerce bu mesele yüzünden kendisine küs duran eşi dahil çoluk çocuğu da babalarını bunca yıldır tanımadıklarına şaşıp kalıyorlar. Zaten adam da fazla uzatmayıp her şeyi ayan beyan aktarıyor, ‘suçunu’ itiraf ediyor.
Nasıl yapardı bunu? Ama, iş işten geçmişti artık. Ok yaydan çıkmış, yapacak bir şey kalmamıştı. Bir ara hocaya telefon etmeyi, ancak babalarının tüm foyasını ortaya çıkarmak yerine, ilmi siyasetle ufak bir yolunu bulup, ne babasını böyle bir halt işlediği için, ne da bir ay boyunca arkasına geçip namaz kıldıkları kişiyi asla rencide etmeden işi ortaya çıkarmak isteyen Mete’ye, babası: “Yoooo!!! Asla olmaz. Tamam, hata bende. Böyle bir şey yapmamam gerekirdi. Ama, onun da 100 doları açıkta görür görmez ‘Ünal amca, burada para var, buyurun!’ demesi lazım değil miydi? Ancak oldu bir kere. Fakat bunu başka türlü hallederiz.” Deyip oğlunun önünü kesmiş, durum, sadece aile içinde gizli kalmıştı.
Taa ki öbür Ramazan’a dek…
Ahali tekrar imam arayışına geçti. Ancak bayağı araştırmalarına rağmen, istedikleri kriterlere uygun birini bulamadılar. İş döndü dolaştı bir önceki hocaya, Mehmet beye dayandı. Fakat buna da ‘Kesinlikle ve kesinlikle, asla!!!’ diye başlayan kırmızı çizgili üslupla, Ünal bey karşı çıktı. Nuh diyor, peygamber demiyordu fakat. ‘Hayır, o olmaz.’ Diyordu. Sebepsiz hayırları baktı ki köylüyle aralarını açacak, başkasını da bulamıyorlar; kabul etti istemsizce.
Nöbet sırası gene bu ailede.
Fakat evin reisi dahil herkeste bir gariplik var hocaya karşı.
Mehmet hocayla konuşmaları, diyaloglarında eski muhabbetin eksiye inmesi, taa tavandan dibe vurması, güler yüzlülüklerindeki esamenin neredeyse yüzde doksan beş azalması, iftarda ve sahurda sofraya daveti sadece dillerinin ucuyla yapmaları, konuşmalarındaki samimiyetsizlik… Ancak, hala köydeki diğerlerinin haberi yok bu ahval-i şeraitten…
Fazla dayanamıyor hoca. Teravihten sonraki eve dönüşlerinde, yatmalarına yakın;
“Yahu Ünal amca, günlerdir ekmeğini yiyip suyunu içiyoruz Allah (CC) aşkına. Geçen seneye göre daha bir soğukluk var bana karşı davranışlarınızda. Veya ben öyle hissediyorum. Yanlış hissedip de sizi kendi halet-i ruhiyemle meşgul ettiysem de özür dilerim. Ailecek moralinizi bozan, sizi üzen bir şey mi var, yoksa benim mi bir hatam oldu size karşı, benim farkına varamadığım? Lütfen benimle paylaşır mısınız? Öğrenmek istiyorum abi!” diye lafın önünü açıyor.
Hah. Tam da söyleme sırası gelmişti şimdi. Konuşmalıydı ev sahibi, sahibesi ve çocukları da… Yalnız çok dikkatli davranmalıydılar ki, adam, anında pılını pırtısını toplayıp da değil sadece bu evi, köyü dahi terk etmesin!!!
Nasıl yapacaklardı bunu? Tabii ki rahmetli Abdurrahim KARAKOÇ’u örnek alarak!!!
Ne diyordu üstat?
“Gölgesinde otur amma,
Yaprak senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara
Toprak senden incinmesin.”
Demek ki ölüm hariç her şeyin çözümü vardı ve yerinde ve zamanında uygulanmalı, demir, tavında dövülmeliydi:
“Bir miktar paramız kayıp sayın hocam, geçen seneden… Bu…”
“Bulamıyoruz bir türlü…” diye söze devam edeceğini tahmin edip hoca, “Abi, malum paranız 100 dolar mıydı?”
“Maalesef, evet!”
“Mesele anlaşıldı!!!” Dedi demesini de beyninde anında şimşekler çaktı, yıldırımlar düştü düşecekleri yerlere; hem de paratonersiz… Dakikalar demeyelim de, neredeyse yarım dakikanın üzerinde daldı hoca… Daldı, daldı, daldı… Gözlerini kıstı, tüm odadakiler de şahit oldu ki, gözleri buğulandı, dokunsalar ağlayacak duruma geldi. Gözleri duvarları yokladı bilinçlice. Tak diye durdu bir noktada o malum gözler:
“Uğur kardeşim, abdestin duruyor mu?”
Namazdan yeni gelmişlerdi; olurdu ya, bozmuş olabilirdi teravihlerin minik kametçisi…
“Evet hocam! Hem de sapasağlam…”
“Bak, bana şo duvarda gördüğün Kur’ân-ı Kerim’i verir misin?”
Kalktı, çevikçe tırmandı kütüphanenin rafına, yan tarafki çividen bez kılıfı aldı, indi, üzerindeki tozu bir iki üfledikten sonra içindeki Mushaf’ı çıkarıp hocaya uzattı.
Herkes pürdikkatti.
Sayfaları çevirdi, çevirdi, çevirdi… Herkes bu sefer dizlerinin üstüne oturmuş, büyük ihtimale hocalarının ‘Suçluluk karşısında ayakta metanetle durabilme ayetlerini !!!’ okuyacağını sandı.
Bulmuştu hoca ilgili sayfayı.
Herkesi bir bir süzdükten sonra gene o malum gözleri gene dondu, dondu, dondu… Önce bir iki damla sızdı yanaklarına doğru; burnu, bir ton karıncanın içerde gezinmesi misali bir hal aldı. Çekti burnunu istemsizce… Ağzını bıçak açmıyordu.
Nefes alış verişlerini, kalp atışlarını duyurur bir sessizliğe bürünen, bir aylık bu Ramazan imamlığını hiç üstelemeden, pazarlık dahi etmeden cüz’i bir miktara tek sözle kabul eden hocanın beyninde, gönlünde kopan kıyametler henüz diline yansımamıştı.
Bir iki kez gene bariz bir şekilde iç çekti, burnunu sildi. “Bunun okuyacağı da, konuşacağı da yok, bari biz bozalım ortamın soğukluğunu!” dercesine:
“Oku da hocam dinleyelim!” dedi Mebrure hanım.
“Sayın hocam değil sadece ben, tüm aile ekibimiz seni affettik. Aramızda 100 doların lafı mı olur? Yemin olsun ki köydeki kimsenin bu durumdan haberi yok, bu saatten sonra da olmaz, olamaz…” Teyit almak için aile efradının üzerinde bir iki tur gezdirdikten sonra gözlerini; bizim halimiz vaktimiz de yerinde zaten, hibemiz olsun. Değil mi arkadaşlar!!!”
“Tabii ki de baba…”
“Aaaa!!! Ne demek herif…”
“İlla ki babacığım…”
“Bir o kadar da bana verirsen neden olmasın Kral?”
Sonuncusu, her ne kadar şaka söylediyse de sözünü, babasının suratının anında sertleştiğini görüp, “Şaka şaka!!!” diyerek bağlamayı da ihmal etmedi gülerek. Evdekiler, tüm bu kendilerince ‘ortam yumuşatıcı’ muhabbetleri, “Hoca foyasının meydana çıktığını, ancak fazla büyümeden, etrafa da yayılmadan bu yaftanın kendisinden kaldırılmasını istediği için özür üstüne özür öncesi bir suni acıtasyon (acındırma)” sanmaları sebebiyle yapmışlardı.
Bir şey olmuştu bre, dakikalardır; ağzını bıçak açmıyordu:
Evin erkekleri, üç kişi, ansızın aynı anda yerlerinden fırladılar, gene üçü birden bu günlü misafirlerine doğru yöneldiler: Hoca, oturduğu yerde sendelemeye başlamış, titriyor, düştü düşecekti. Tuttular Allah’tan. Su içirdiler, kendine geldi.
Hongur hongur ağlaması devam etmekteydi.
Üzerine gitmediler. Tüm söylenenler ve yaptıkları, kendisini bayağı bir yıpratmış olmalıydı.
Bir süre sonra bayağı bir toparladı.
“Neden ağladığımı hiç sormuyorsunuz ey ahali!!!” dedi. Neden sorsunlardı ki, bariz şekilde biliniyordu zaten…
Herkes dudak büktü. Köyün minik müezzini hariç:
“Neden Mehmet amca? Bir şey anlamadım ki ben?”
Daha bir kendine geldi. Derin bir iç çekti. Açıklamalıydı:
“Geçen yıl. Burda kalışımın son günüydü. Abdestimi alıp sedire oturdum ki masada 100 dolar var. Az sonra ezan okuyacağım. Haliyle camı açacağım, ezan süresince de açık kalacak. Dışarsı rüzgarlı. Rüzgar uçurmasın diye aldım onu ve ‘En güvenilir yer’ olan, birkaç gün sonra tekrar okuyacağınızı tahmin ettiğim Mushaf’a, Yasin suresinin son sayfasının olduğu yere koydum. Sonra da tekrar Mushaf’ı bez çantanın içine koyup duvara astım.”
Nasıl olduysa herkesin dilinden, aynı anda “Eeeee???!!!” şaşma sözü çıkmıştı.
“İşte demem o ki, hüngür hüngür ağlamamın sebebi o ki; ‘O MUSHAF’A TAM BİR YIL DOKUNULMAMIŞ!!!’ Buyrun, o dalar, bu dolar işte.”
Parayı, evin reisine uzattı.
“Ben, ailecek sizlerin Kur’ân’a bu kadar yabancı oluşunuza, beni de sırf ‘Elalem, bu rahmet ayında bir hoca bile tutamadılar!’ demesinler diye evlerinize misafir ettiğinizin farkına vardığım için ağlıyorum!!! Hiç mi yüzünü açmadınız Allahü Teala’nın bu hediyesinin, he??? İçinizden biri indirip de en azından tozunu dahi alsaydı bez kılıfının ve bu Yüze Kitabımızın, bir kısmı bilinçli olarak dışta bırakılan dövizi görür de bu kadar sıkıntıya, gıybete, dedikoduya ve dahi iftiraya sebep olmaz, günahımı da almazdınız! Değil mi Ünal bey? Değil mi Mebrure Teyze? Değil mi gençler???”
???????
Coştukça coşmuş, açıldıkça açılmıştı. Bu sefer, kafalarını avuçlarının arasına alıp fiğ yemiş kuş gibi düşünme sırası karşı taraftaydı.
Yerden göğe kadar haklıydı hoca. Belki de kendine mükafat olarak, konuştukça konuşuyordu:
“Demek ki, evinizin, duvardaki asılı duran tek Kur’an’ına yaptığınız muameleyi namazlarınıza da yapıyorsunuz!!! Bayramdan bayrama camiye gidiyorsunuz. Onu da büyük ihtimalle ‘ayıp olmasın!!!’ diye.
Herkes yere bakıyordu.
Her ne kadar, ev sahibi, rahmetli Abdurrahim KARAKOÇ’un dediği gibi, kibar yolla söze başladıysa da, hoca da; gene aynı şairin, aynı şiirinin aynı anlayış fakat dobra dobralık dolu farklı dörtlükleriyle, asla acımadan, tıpkı bir tokat gibi karşılık vermişti:
“İl göçsün göçtüğün vakit
Yol yansın geçtiğin vakit
Suyundan içtiğin vakit
Kaynak senden incinmesin.
Toz konmasın sakın sana
Hakkı geçer halkın sana
Gücenmesin yakın sana
Uzak senden incinmesin.”
(SON)