Burhan Karagöz

Hoşgeldinsiz Güle Güle-1

Burhan Karagöz

Suratını ekşitti. “Uffff! Dedi, küskü bunlar küskü. Odundan farkları yok ki!” 

Bir yandan, her ne kadar arada bir oturma düzenini değiştirse de, belki de kırk kırk beş dakikadır üzerinde oturmaktan uyuşan, kendi tabiriyle küsküyü andıran bacaklarını mıncıklayarak, elinin ayasıyla sertçe ovarak oflaya puflaya doğrulmaya çalışıyor, diğer yandan da “Allah’ım eksiğiyle gediğiyle beraber kabul eyle. Sana binlerce kez hamdü senalar olsun. Biz cahil kullarız. Daha fazlasını yapamıyoruz, bakma cahilliğimize!” Diyerek kendi kendine, ancak yanındakinin de duyacağı tonda,  dua ediyordu. Cami çıkışı almak üzere, Mushaf’ını yüksekçe bir yere koydu. Namaza durdu.

Seksenin üzerindeki yaşına rağmen mukabeleyi bu güne dek hiç kaçırmayan örnek bir amcamızdı Hasan amca. Her Sabah Namazı öncesi bu manevi sofrayı takip eden, kendisiyle beraber 35-80 yaşları arasında, on kişi kadardık Ahmet Hamdi Camii’nde.

Gerek ilk Teravih Namazı’ndan itibaren güzel sesli müezzin efendinin, gerekse ilk sahurdan itibaren Ramazan davulcusunun dillerine pelesenk ettikleri gönül okşayıcı ilahi ve kasideleriyle kendisinin olduğu kadar yeryüzündeki tüm Ümmeti Muhammedin  gönlü coşmuş, sekiz kapılı Cennet’in ay boyunca açık olan niyet ve amelimize uygun olanından çağrılmak ümidiyle önce kendi kendimizle, ardından da eş, dost ve sair cemaatle  adeta yarışır hale gelmiştik:

“Merhaba ey Şehr-i Gufran (Kur’ân ayı)  merhaba,

Merhaba ey Şehr-i Rahmet merhaba.

Merhaba ey Şehr-i Kur’an Ramazan…

On bir aylık yoldan geldin,

Mü’minlere rahmet oldun,

Asilere azab oldun,

Merhaba ey Şehr-i Gufran (azaptan kurtuluş ayı) Ramazan.

Mü’minler orucun açar,

Hem ahu Kevserden içer,

Münafıklar senden kaçar,

Merhaba ey Şehr-i Kur’ân Ramazan…”

Ramazan-ı Şerif’in vermiş olduğu manevi tat hepimizi sarmış sarmalamıştı. Oruçlar, teravihler, sadakalar, fitreler, fidyeler, zekatlar, mukabeleler, ekstradan kazandığımız olağanüstü olgunluklar, farkına yakinen vardığımız manevi kazançlar gılle gidiyordu. Ancak ne yazık ki Ramazan’ın ortası dahi gelmeden özellikle Teravih’teki sayı düşüyor, hele hele ay bitip de Şevval’e adım attığımızda, bu lezzet, bu tat genelimizde kalmıyor, vakit namazlarına anca gelebiliyorduk. Nefsimiz bir yandan, lanetli şeytan bir yandan kıskıvrak yakalıyor,  maddi manevi iyilik ve hoş görü kapımızı kapatıyordu. Bu iki işbirlikçi hin oğlu hinlerin oyunlarının farkına varanlar varıyordu gene, ellerinin tersiyle itmesini biliyor; Ramazan dışında da teravih hariç, diğer kazanımlarını devam ettirmeye çalışıyorlardı. Maalesef, azınlıktaydı bunlar. Allah (CC) sayılarını artırsındı. 

Ağzını yıkayıp oruca niyetlenir niyetlenmez mukabeleye yetişmek üzere ezanla beraber evden çıkması ve taa camiye kadarki tempolu, seri yürüyüşü son bulacak mıydı bu yaşlı kurdun, bilemiyordu henüz. Keşke bulmasaydı, devam etseydi. Ancak, mukabele, tüm camilerde olduğu gibi burada da, bu Ahmet Hamdi Camii’nde de  bu mübarek ayın sonuna endeksliydi. Gelecek, geliyor, geldi derken; Recep, Şaban ayları da kendisini açık açık muştulamışken işte o ‘rahmet ve merhamet ayı’ gelmek şöyle dursun, gidiyordu bile. Bülbül, elden uçmak üzereydi.

Ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım; istemesek de, hüzünlensek de,  bu yıl da artık bu rahmet, merhamet ve Kur’ân ayının da son günlerine gelinmişti. ‘Merhaba’nın yerini ‘elveda’ almış, müezzinlerin ve davulcuların dillerinde bu sefer elveda ilahileri dolaşmaya başlamıştı. İnsan duydukça bir hoş oluyor, kalbinden diline doğru acı bir tat yayılıyordu: Çünkü O, gidiyordu. Elvedalar, O’nun içindi. Seneye ‘kim öleeee, kim kala’ydı:

“Elveda ey Şehr-i Ramazan elveda,

Elveda ey Şehr-i Rahmet elveda,

Elveda ey Elveda,

Ey Şehr-i Kur’ân elveda.

On bir ayın sultanısın,

Dertlilerin dermanısın,

Hakk’ın bize ihsanısın,

Elveda ey Şehr-i Ramazan elveda…”

Ne hikmetse, kulaklarında ‘Elveda!’ kelimesi yankılanır olmuştu. Elveda, ‘Güle güle!’ Demekti. Peki bu ikilemeyi söylemeyi hak etmiş miydi? Kendisine göre, tabii ki de… Çünkü kendisi de ‘Elveda’ durağına, ‘Merhaba!’ durağından kalkan dolmuşla gelmişti, onun için de bahtiyardı. Belki de bu yıl mukabele için camiye hızlı hızlı, ‘dikey elif’ gibi tek başına dimdik,  gayet iradeli ve sertçe koşuş, seneye, gene ‘elif’ gibi, ancak bu sefer gene tek başına, ancak ‘yatay’ olarak çarşı merkezindeki Tevfikiye Camii (Yeni Camii) musallasından yüzlerce kişiyle çıkarılış olarak cereyan edecekti. Bu yıl attığı bumerang, seneye, belki de böyle dönecekti kendisine. Kim bilirdi!!! Düşündü, gözleri doldu, “Allah’ım sen büyüksün Ya Rabbim, diyebildi; beni de affettiğin kullarının arasına koyuver!!!”

Bazı ehl-i gönül de, bu bir ay boyunca tüm ibadet ve amellerini, Allah’a kulluğunu yerinde ve zamanında tam olarak yapmak için verdiği nefsî mücadelenin sonunda Allahü Teala’nın  da kendilerine ekstradan sunduğu hikmetin, ilhamın farkındalardı.  Bunlar, meyvelerin hasını toplayıp hem vaktinde yemenin ve ikram etmenin, hem de ömürleri boyunca kullanmak ve ikram etmek üzere depolamanın ve arşivlemenin sevdasındaydılar. Selam olsundu bu ehl-i gönüllere de!!!  

Resmen elvedayı çekip otuz günün sonunda (bu yıl yirmi dokuz gün) gitse de, inşallah;  kokusuyla, hoş görüsüyle, orucuyla, sabrıyla, Kur’ân-ı Kerim tilavetiyle, Teravihiyle, beş vakit namazlarıyla ve tüm kapılarıyla Cennet’i yaklaştıran manevi atmosferiyle içimizden hiç gitmezdi. Kimimiz ‘hoş geldin’i ve ‘güle güle’yi bilinçli olarak, tüm hücrelerimize dek yaşayarak dedik, baştan sona tüm teravihleri kıldık, oruçları eksiksiz tuttuk, mukabeleleri tamamladık;  kimimiz sadece ‘Hoş geldin!’i bilinçli dedik, ‘Güle güle!’ demeye gücümüz yetmedi, ilk başlardaki ibadet irademizi koruyamadık, hele hele sonlara doğru kendimizi tamamen kaptık koyverdik, manevi yapımızı darmadağın ettik; kimimiz her ne kadar başlarda önemsemesek de en azından çevrenin etkisiyle, ‘Elalem bana ne  der!’ anlayışıyla da olsa sonlara doğru bilinçli olarak ancak ‘Hoş geldinsiz güle güle!’ diyebildik. Hele hele kimimiz ise aynı  tas aynı hamam misali, ne ‘Hoş geldin!’ dedik, ne de ‘Güle güle!!!’ 

Geçen yıl bizzat yaşadım:

İmam emeklisi mermerci bir arkadaşla hasbihal ediyoruz. Pazaryerindeyiz. Oruç ayının son günleri. Üç dört genç, bir ikisinin parmaklarının arasında sigara, alenen dolaşıyorlar. “İşte dedi İsmail hoca, dakka bir gol bir. Al birini vur ötekine!” Bu merhamet ayına saygı konusunu işliyorduk ayak üstü, tam da üstüne geldiler, örnek oldu bizim için.  “Bak sen şimdi hoca, manzaraya bak!”

Çatacaktı. Kafaya koymuştu. Konumumu değiştirdim, yüzüm hocaya dönükken hemen ikimiz de gençlere doğru döndük:

“Merhaba gençler!” Dedi hoca.

“Merhaba abi, buyurun!”

“Tığ gibi delikanlısınız, taşı sıksanız suyunu çıkarırsınız. Onu da geçtim, mübarek Ramazan’ın şu son günlerinde, hele hele milletin içinde sigara içmeseniz, ahaliye birazcık saygınız olsa, oruçlarınızı tutsanız daha da iyi olmaz mı?”

Ben, tam: “Sana ne hemşerim. İşine baksana sen. Tutarız tutmayız, o Allah’la bizim aramızda!” deyip sert ve belalı bir üslup sergilerler tereddüdüyle savunma med-cezirleri kurarken, mermerci arkadaş tebessüm ederek söze girdiği için olsa gerek, bu eleştirel yaklaşım gençlere dokunmamış, ikisi de, sigaralarını önce avuçlarının içine aldı, yetmedi, yere attı ve ayak parmak uçlarıyla ezdi, ezdi, ezdi… 

“Haklısınız abi, dediler; onu düşünemedik, kusura bakmayınız!!!” 

İkimiz de böyle bir cevaba şok olmuştuk. Çünkü açıkça oruç yiyen bu türler aslında belanın tam orta yerinde ikamet eden tiplerdi. Ancak bunlar her ne kadar bu şefkat ve merhamet ayında dahi oruç tutmasalar da, ulu orta bu mereti kullanıyor da olsalar, içlerinde ufak yollu da olsa bir titreme vardı. Gençler, bizim gençlerdi çünkü. Arkadaş, bu sözüyle içlerindeki utanma duygularının ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Bunlar ‘Merhaba!’ dediler mi bilemiyorum ama en azından adam gibi ‘Elveda!’ demeye meyilli gibiydiler.

Şuna ne dersiniz? 

(Devam edecek.)

 

Yazarın Diğer Yazıları