Hıyar Soyacağı
Burhan Karagöz
(Lütfen başlığı ‘Hıyar soy ağacı’ olarak okumayınız. Çünkü insan olmayanların soyu, soyu olmayanlarınsa soy ağacı olamaz!!!)
Yıllar önceydi. Misafirlikteyiz. Bir ara, sohbetin koyu mu koyu bir vaktinde, mutfakta kızılca kıyamet koptu. Akrabanın 2-3 yaşlarındaki çocuğunun sesiydi bu. Ana yüreği işte, dayanamadı yenge, attı kendini çığlıkçının yanına. O da kıyamet ateşine körük tutmasın mı? Yaygarayı büyüttü. Cümbürcemaat mutfaktayız. Konuşmalarına şahit olduk:
“Hay Allah müstehakını versin be oğlum. Yüreğime indirecektin neredeyse! Be çocuğum, sen ne anlarsın salatalık soymaktan. O bıçağı nerden buldun? Bak bak bak; demek çekmeceden çektin. Üstünün başının domates bulaşıklarını da kan sanmayayım mı? Çıkar şunu da parmaklarından!!! Şükür ki sadece elini kanatmışsın.” Yan taraftaki tezgahta iş başında olan, kardeşini ihmal ettiği için, o kadar olmasa da korkudan ağlamaya başlayan kızına ufak yollu bir fırçayı da ihmal etmedi kadın. Ancak meşguldü, annesine yardım ediyordu kızcağız. Suçu günahı yoktu. Ne bilsindi ‘maharetli’ kardeşinin marifetlerini!
Diğer elinin işaret parmağına yüzük yaptığı domates parçasını bir kenara koyup, elinden tutup minik bir operasyon yaptılar. Allah’tan ki kesik derin değil, kan çıkartıcı ince bir çizikten ibaretti. Hastaneye gerek kalmadan yara bandı ile geçiştirildi. Az sonra da zaten hıçkırıkları mızırdamaya indirgendi Mehmet’in. Sonunda da, bir yandan boncuklaşan göz yaşlarını kolunun yen’ine silip diğer yandan da dişlerini gösterircesine gülerek konuşmasıyla, salondaki herkesi kahkahaya boğmayı becerdi yumurcak:
“ZAZIK (cacık) yapazamdı!”
Mesele sonradan anlaşıldı ki, ablası Yeşim gibi salata yapmak istemiş, sessizce bıçağı bulmuş, üstünü başını, bıçakla çentiklediği, yetmiyormuş gibi parmaklarını da içine geçirdiği domatesin kan rengi eti, üstünü başını mahvetmiş, sıra salatalığa gelince de tıpkı büyüğü gibi becereceğini sanmıştı. Sonuç: Tam bir fiyasko!!!
Neredeyse yarısına kadar lime lime yaparak heç ettiği (işi yaramaz hale soktuğu) bu domatesin arkadaşı, kriz geçtikten sonra el değiştirdi. Ablası çekmeceyi çekti, HIYAR SOYUCUYU buldu. Kardeşinin parçaladığı malzemenin sağlam kısmını ve buzdolabından çıkardığı 3-4 tanesini daha güzelce yıkadı. Hıyar soyucuyu yerleştirip baştan bir çekti, sonuna kadar… Kesintisiz, upuzun, ince bir kabuk. Bir, iki, üç, dört…on beş, yirmi… Hıyarların ter kabuklarını arşivlemediği kaldı tek, üst üste yığdı. Masanın alt ken’ine (kenarına) kase gibi açtığı avucuna, hilal gibi açtığı diğer avucuyla tüm kabukları kürüdü; istikamet, çöp… Tüm bu işlemler için süre: En fazla yarım dakika.
Domatesler, biberler, soğanlar, kabaklar, patlıcanlar da bu ‘pratik el’den nasiplerini aldılar.
Bravo annesi, bayağı hamarat yetiştirmişsiniz Yeşim’inizi. Allah (CC) bağışlasın, nazarlardan saklasın! Amin…
Hem salata’lık, hem cacıklık, hem de diğer yemeklik malzemelerin ön hazırlıkları tamamdı artık: Biraz dinlenmesi hakkıydı.
Siz de tahmin etmişsinizdir ki Yeşim, akıllı çocuktu. İkramdan sonra, elalemin gözleri önünde Mehmet’i yanına aldı. “Bak, bunu böyle böyle soyacaksın, tamam mı tontonum?” diye minik talimatını aktarıp tutuşturdu hıyar ve soyacağını kardeşinin eline. Top, annesinden tarafa geçmişti gene:
“Yeşiiiiiiiimmmm!”
“Anne, bir dakika müsaade edebilir misin? Bakalım sosyal bir deney yapacağım burada, cancağızımla!”
Hep birlikte izledik “ZAZIK USTASINI.”
İnanın ablasının dediklerini harfiyen uyguladı. Gerçi biraz uzun sürdü ama nihayetinde ‘adam gibi’ de kabuklarını sıyırdı; elini kolunu da yaralamadı, hiç de malzemeyi heba etmedi.
Becermişti. Bu çocuk, daha bu yaşta, hıyar soyucuyu kullanmasını becermişti bre!!! Hem de tek gösterişte, hem de bir uygulamada.
Peki dostlar, çocuk elini niye kesti? Hıyar, bıçakla soyulmaz mı hiç? Hem de bal gibi soyulurdu. Bu özel aparat daha yeni çıktı piyasaya be ya! Değil bıçakla; istenirse şayet testereyle, usturayla, falçatayla, baltayla bile soyulurdu. Ancak soymasını, aparatı kullanmasını bileceksin.
Canlar; inşallah, “Yahu bu hoca kafayı mı yedi? Bizi, koskoca Evliyalar Şehri Kastamonu’yu, hatta yurt ve dünya çapında ciddi mi ciddi okur kitlesini, ufak bir mutfak gereciyle niye meşgul eder ki?” Diye düşünmemişsinizdir.
Bıçak ve hıyar soyucu, aslında; keskinlik, netlik, direkt işe odaklanma, üslup, diyalog, teşkilatçılık, Türk ve dünya gündemini yönetme, algıda nokta atışı yapma, yönetim ve niyet mühendisliği gibi modern ve güncel hususlarda örnek gösterilebilecek iki ana malzemedir bana göre.
Bıçağın bin bir türlü fonksiyonu vardır: Keser, biçer, deler, parçalar, yaralar öldürür ama diğerininki sadece bir tanedir. Hıyar soyucu lime lime etmez, parçalamaz, heç etmez, sadece görevini yapar: Kabuk denen ipince zarı ana gövdesinden ayırır, işte o kadar.
Kardeş; sen de gerek ferden, gerekse milletlerarası arenada karşındakiyle konuşurken, tartışırken, kavga ederken, yazışırken, selamlaşırken, iş, hukuk, dünya düzeni gibi ana veya ayrıntılı konularda gerek kendinin, gerekse bizim, Ümmeti Muhammedin ve asil Türk Milletinin adına karar alıp karar verirken, bizim tombişin bıçakla domates ve salatalığı paramparça etmesi gibi esas konunun içine etmeyip, kestirip atmayıp, ilmi siyaset yapıp bu ana gündem maddelerinin üzerindeki ‘kabuk’ denen açık ve gizli engeli, diyalog ırmağının ana kolunu İlây-ı Kelimetullah mantığıyla bizden tarafa çevirerek sosyolojik bir hıyar soyucu mantığıyla yönlendirebilir, Kıyamete dek sürecek Müslüman Türk’ün bilim, kültür, medeniyet ve adaletini, evet torpilsiz bir adalet sistemini, gerçek bir nizama sokabilirsin.
Ben de yöneticiyim, benim de yöneticilerim var. Yanlış anlaşılmasın ama, bir yönetici, kaliteli bir idareci bıçak gibi değil de, hıyar soyucu gibi olmalı, hıyar soyucu gibi yönetmeli aslında. Veya bıçak gibi de yönetse, idare etse yeridir de; ancak bıçağı kim, hangi usta el kullanırsa kullansın, hıyar soyucunun çevikliğinde, kalite ve titizliğinde, nizamında bir sonuç elde edemez. Bunu ilgili malzemede, yani hıyarda bir inceleyelim:
Evin büyük kızının sosyal deneyini analiz ettiğimizde, çocuğun o acıya rağmen, bu mutfak gerecini adam gibi kullandığını gördük. Saatler önce bıçakla elini kesen bebe, şimdi neredeyse ‘aşçı başı’ adayıydı. Aynı elde, yaralanan, bıçaklanan, parçalanan, işe yaramaz hale sokulan hıyar, gene aynı elde, bu sefer hıyar soyucuyla kılına, etine dahi zerre kadar zarar gelmeden kabuklarından arındırılmış, bir milimin belki de onda biri derinlikten öteye geçmeden, gene aynı yaramazca gerçekten ‘salata’lık, cacıklık seviyesine yükselmişti. Yani kullanması basit, pratik, hızlıydı, sistemseldi.
Demem o ki dostlar; hıyar soyucu, bıçağa nazaran daha sistematik bir gereçti. Sadece işini yapmış, ayrıntıya, derinlemesine inip de esas malzemeyle meşgul olmamıştı.
Gerçek idareci de böyle olmamalı mıydı Allah (CC) aşkına?
Yönetici, yönetimsel açıdan sistemini oturttu mu bir kere, kendisi işin başında olsun veya olmasın, yerine kim bakarsa baksın ilgili tüm işler her daim yürüyebilmeli, her zaman ve her yerde aksamadan, tereyağdan kıl çeker gibi yolunda gidebilmelidir.
Yirmi yıl önce Atatürk Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmeni olarak çalışırken müfettişler denetime gelmişti. Teftişin sonunda bir toplantı düzenlediler ve ekip başı mikrofonu eline aldı. Beraber dinleyelim:
“Arkadaşlar; gerçek idareci okuldan günlük, haftalık, aylık hatta yıllık bile ayrılsa, hizmetlisinden öğretmenine okulun tüm işlerinin yürüdüğünü fark edersiniz. Neden? Çünkü sistemini kurmuştur müdür. Ama; ilgili idareci okuldan uzaklaşır uzaklaşmaz temizlikçi önceden süt dök yala tarzı, pürdikkat yaptığı işlerini aksatırsa, öğretmen derslere girmeyi geciktirir, erken kaçmayı yeğlerse, bir kısım çalışanlar mesai dolmadan kahvelerde al papazı ver kızı diyerek masayı dörtlerse, tarlasına, bağına, bahçesine kaçarsa bunun başındaki amir, iyi bilin ki sadece klasik bir yöneticidir, henüz idareciliğe geçememiş ve bu seviyeye ulaşıncaya kadar da kırk fırın ekmek yemesi gerekmektedir.”
Başkan bey de aslında bu açıklamasıyla konumuza ışık tutmuş oluyordu vesselam…