
Güç Zehirlenmesi
Burhan Karagöz
Güç, aslında bireyselden toplumsala, maddeden manaya her yönden farkına varıp da faydalandığımız, çok amaçlı, kullanımı hem çok kolay, hem de çok zor olan, binlerce farklı branştaki madde ve mana mühendislerinin ortaya çıkardığı karmaşık bir makinedir. Kullanma kılavuzunu iyi okuyamazsak, nefsimizi ve neslimizi yok eder. Allah (CC) muhafaza…
Bireyselden toplumsala belki de on binlerce çeşidi sayılabilir bunun: Şehvani güç, parasal güç, bedensel güç, dini güç, dua-beddua gücü, bilek gücü, yürek gücü; alkoliğin, sarhoşun kendini sarhoş olduğu sürece güçlü kuvvetli görmesi, bunlardan sadece bir kaçıdır. Şu yalan dünyada başarıdan başarıya koşanlar da, zilletten zillete düşenler de aslında, kendilerindeki gücün farkına varanlar ve bu farkındalığı niyetleri doğrultusunda kullananlar değil midir dostlar???
Bir yandan Arif Nihat ASYA: “Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!” diye Türk gençliğine yön veriyor, diğer yandan Bakara suresinin ikinci ayetinde yer aldığı üzere, Allah’ın kendisine mülk ve hükümdarlık bahşettiği için şımarıp İbrâhim Peygamberle (AS) mücadele eden Nemrut… Bir yandan binlerce yıldır boşu boşuna akan, meteorolojinin kırmızı uyarılarla ikaz ettiği zaman dilimlerinde taşıp tarlalar, bağlar, bahçeler, köyler, kentler yok eden, canlar alan ırmak; diğer yandan, yönünün kısa süreliğine değiştirilip önüne setler çekilmek suretiyle o aşırı kuvvetinin, hoyratlığının toplanarak, depolanarak milyonlarca nüfusun hizmetine sunulan barajlar…
2000’li yılların başları. O zamanlar Kayseri Şeker Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim. Oldum olası bireysel sporlarla uğraşmayı sevdiğimden, evime yakın yerlerde spor salonu arayışına geçtim. Buldum bir tane hatta: Tekvando eğitimi veriyor. Sanırım Bünyan Spor Okulu’ydu adı. Marmara Üniversitesi’nde okurken birkaç haftalığına gittiğimi saymazsak 13-14 yıl aradan sonra ilk ciddi uğraşım olacak.
Kaydımı yaptırdım.
Haftada iki gün olmak üzere bir yıla yakın devam ettim.
Kimler yok ki gerek havayı, gerek kum torbasını, gerekse birbirimizi yumruklayıp tekmelediklerimizden:
İlkokul 1. Sınıftan tutun da lise sona dek öğrenciler, esnaftan ve halktan gençler vb. Hepsi de ustalar, ama hepsi de benden küçükler yaşça. En önemlisi de bence, hepsi de gerçekten spor terbiyesi ile yoğrulmuşlar antrenörlerince. Bunu, bir öğretmen gözüyle baktığımda, hocanın varlığında ve yokluğundaki konuşma ve davranışlarından alenen görebiliyordum.
Gene bir akşam salondayız. Isınmayı, ayak açma, gerdirme çalışmalarını tamamladık. Hocamız tüm öğrencileri eşleştirip müsabaka planı yaptı. Benim payıma da ilkokul dörde giden bir öğrenci düştü, tahmini 40-45 kiloluk, tabirimi mazur görün; tüy gibi… Bense 8-9 yıllık lise öğretmeniyim, bir yıla yakın bu sporla meşgulüm, bu kardeşimiz de yıllardır çalıştığını söylemişti önceden. Yani çekirdekten.
Spor da yapsak, müsabaka da yapsak, sertliğin en üst zirvesini yaşayıp yaşatmıyoruz. Hele hele ben… Tekvandonun tüm hareketlerini yerli yerinde uygulamama rağmen vurur gibi yapıp vurmuyorum. Birkaç kez yavaş da olsa vurdum. Yüzde doksan kendisini savunsa da denk geldiğinde dengesini kaybedip düşüyordu.
O da aslında bayağı bir vurmaya çalışıyor, hakkını vermem lazım kesinlikle; vuruyordu da. Elimden geldiğince savunuyordum kendimi. Bir ara boş vermiştim, tekme de vurmuyor, sadece ayağımın tabanıyla hafifçe itiyordum, 3-4 adım geri gidiyordu. Bu, dakikalarca devam etti böyle. Bir nevi o da, ben de birbirimizi tarttık.
Bu müsabakamız böyle sonlanacak sandım. Kaşla göz arasında bir döner tekme yerleştirdi ki suratıma, o minik ayağının tabanı öyle bir yerleşti ki suratıma; inanın, halk tabiriyle Allah da beğendi, kul da beğendi. Sadece ufacık bir ses duydum: Şıp!!! Ardından da hafiften hafiften bir yanma… Yediğim taban büyük bir insana ait olsaydı, o zaman, bu ses ‘şıp’ değil, ‘ŞAAAAAK!!!’ olurdu. Neden yedim tekmeyi? Rakibimi küçümsediğim için. Yani ben de aylardır devam ediyorum ya, kendime aşırı güvenip ‘Parmak kadarcık çocuğa karşı kendimi her halükarda savunabilirim!’ görüşü beni sarıp sarmaladığı için. Ama, kazın ayağı asla böyle değilmiş.
Bundan sonra daha bir sarıldım antrenmanlara. Artık kendimi herkese karşı savunabilirdim. Karşılaştırıldığım tüm ‘salondaşlara’ karşı da o ilk acemiliği yaşamıyor ve yaşatmıyordum.
Aylar sonra kuşak dahi aldım.
Bir ara bana bir şeyler oldu. Anlam da veremedim bir türlü, şaştım kaldım: Çarşıda, sokakta, pazarda gördüğüm yediden yetmişe herkesi kendime rakip kabul eder hale gelmiştim. O bana saldıracak olsa tekmesini şöyle şöyle, yumruğunu böyle böyle geçiştiririm diye mahehulleler düşünmeye, içten içten planlar yapmaya başladım. Günlerce yakamı bırakmadı bu.
Sultan Camii’nden çıktım. İkindi sonrasıydı. Çarşıdan camiye giderken Kayseri-Ankara yolunun sağında cami, solunda belediye durağı vardı.
Duraktayım, bekliyorum. Benden başka da kimsecikler yok.
Kimseler de yok ya; kafamdan, yani hiçbir hareket yapmadan, durağın üst kenarına pondatolyo (döner tekme) vurmayı, hemen karşımdaki rakibe neryo çegiyi, arkamdaki hayalete de duçekiyi uygulamayı düşündüm. Anlaşılan öğrendiğim tüm teknikleri birkaç saniye içinde boş durağın tavan ve yan direklerine yapıştırıyordum, tabi ki, dediğim gibi hareket yok, sadece zihnimden geçirerek…
Ansızın araçlar ardı ardına ardı ardına kornaya basmaya başladı. Ne idi ki bu? Baktım ki aynı camiden çıkıp yanıma doğru gelmek üzere vızır vızır trafikteki araçların arasında kalan, elinde, içinde bisküvi, kek, çikolata, çubuk çeşidinden onlarca paketin olduğu büyükçe bir tepsi bulunan birisi yolun ortasında durmuş, yüzü bana dönük:
“Ulan sen kime çekiyorsun o hareketleri? Geliyorum, kaçma. Hadi kapışalım, bana uygula bakalım, yiyorsa şayet!???” diye bağırıyordu. Anlardım kendisini şayet hareket çekme adına elimi veya ayağımı dahi kaldırmış olsaydım! Veya, ‘Nasıl olsa bana bağırmıyordur, yanımdaki ile bir alıp veremediği vardır mutlaka!’ da der geçerdim şayet, yanımda bir başkası da olsaydı???
O yok, o yok; açıkçası Allah (CC), sen misin şımaran? Al sana rakip. Uygula bakalım tüm tekniklerini. Becerebilecek misin?’ dercesine belki deli, belki de veli ne idüğü belirsiz birisine kalbimi ve beynimi okutuvermişti.
Resmen bana sesleniyordu. Mesela:
“Ne günahı var direklerin? Bana uygula, bana!!!” diyordu. Bu, yarım dakikaya yakın sürdü. Çarpmamak için hız kesenler, direksiyonu kıvıranlar, bağırıp çağıranlar… Tınmıyordu valla… Derdi benleydi ‘arkadaşın!’.
Baktım olacağı yok, samimi söylüyorum, kaçtım. 8-10 duraklık mesafeyi yürüyerek gittim o akşam.
Bir hafta sonraydı. Gene aynı vakit, gene aynı camii. Baktım bizimki orda, camide. Kendi kendine konuşuyor, sırf kazansın diye elindekilerden almaya çalışıyorlardı arkadaşlar.
Beni tanımadı.
Saatler sonra mekanı terk etmişti.
Kim olduğunu sordum bizimkilere; ‘Deli mi, veli mi belli olmayan bir garip!’ dediler. Arada bazı gelirmiş böyle…
Açık söyleyeyim, yaşadığım güç zehirlenmesi karşısında, Allah (CC) beni çok iyi bir terbiye etmişti. Demek ki bildiklerimi en kısa zamanda uygulamak için gizliden gizliye beni uçuran gizli bir şımarıklığa, son vermem gerekiyormuş. Kim bilir; acaba çocukluğumda izlediğim çizgi filmdeki gibi “Gölgelerin gücü adına. Güç, bende artık. He-man (himen)” tarzında sinsi bir himenlik mi kaplamıştı içimi ne!!!
Oysa insanoğlu, tıpkı ekin kellesi gibi verimli oldukça başını eğebilmeli, gönül kibir deryasını kurutabilmeliydi.
Gene, daha yeni; seksenine merdiven dayayan bir aile dostum anlattı. Torununun milli boksör olmasına ramak kalmış. Antrenmanlar mükemmel. Gittiği il içi, iller arası karşılaşmalarda dahi nakavt ettiği de oluyor, sayıyla kaybettikleri de, hakemlerin yaptıkları haksızlıklar da cabası.
Bir ara, trafikte ağız dalaşına giriyor istem dışı olarak. Balığı kavağa çıkartıyorlar, adam saldırmaya başlıyor. Bizimki boksör ya, üstelik resmi haklarını da bildiğinden; sadece savunmada kalıyor. ‘Hasmın’ salladığı onlarca yumruktan, yıllardır pişirdiği idman dansları sayesinde sıyrılmayı beceriyor. Bu, birkaç dakika devam ediyor. Bazen vurmayı deniyor bizimki; görüyor ki, çok basitçe de nakavt edebilecek, ağız burun dağıtabilecek. Uymuyor. Karşısındakinin kendi kendini fazla da hırpalamasına müsaade etmeden özel kimliğini çıkarıyor, ufak bir açıklama yapıyor. Kolları da sıvamaya başlarken bakıyor ki adam kıçına dahi bakmadan geçmiş direksiyonuna, basmış gaza, kaçıyor. Bunu anlatmıştı bu baba dostum. Hemen, benim malum Kayseri maceram aklıma geldi. Bu kardeşimiz, benim yirmi altı yıl önce yaşadığım zehirlenmenin yanından yöresinden geçmemişti. Helal olsundu.
Cumhurbaşkanımızın ilk başbakan olduğunda, seçmenlerine karşı konuşması ‘Zafer Sarhoşu olmayın!’ şeklindeydi.
Yıllar önceki Lassa reklamı, “Kontrolsüz güç, güç değildir!” diye sonlanıyordu. Gücü artıp kontrolleri eksik olanlar, sabah bir gün, fırsat ele geçince, haşa, ‘Yeri göğü ben yarattım!’ diye Firavunlaşabilirlerdi. Bunun için güç ve kuvvet sahipleri, aynı zamanda kontrol ve sabır yönlerinden de güç ve kuvvetle donanmış olmalıydılar. Yoksa iri kıyım bir köpek tarafından köşeye sıkıştırılan ufacık bir kedi dahi iplik gibi kuyruğunu kolum gibi kabartarak bu yaratığın ağzını burnunu parçalaması gibi, ummadığın taş, baş yarabilirdi.
Hz. Ali (KV) Efendimizin, iman etmediği için sırt üstü yatırıp tam da öldürecekken bu kafir tarafından yüzüne tükürülmesi üzerine, sebebini de açıklayarak onu affetmesi, gücünü nefsani yönde değil de affedici yönde kullanması, Müslümanların sayısını bir adet artırmıştı.
Malumunuzdur ki atalarımızın her söyledikleri, yerli yerindedir. “Eceli gelen it, cami duvarına işermiş!” sözü de bunlardan biridir. Bakalım; dünya nereye ve ne zamana kadar Çin, İsrail ve Amerika’nın bu zehirli güçlerine seyirci kalacak??? Hapishane, hastane ve mezarlığı tercih etmek ve ettirmek zorunda kalmadan, gücümüzü ne zamana ve nereye kadar, nasıl kullanacağız? Doğrusu, ben de merak ediyorum!!!