Büyük Maç-2
Burhan Karagöz
Arkadaşın dediğine göre, bir önceki sahne, garip imzalı kişilerin perde arkası faaliyetlerinin aşikarlaşmasıyla, satranç taşlarını tereyağdan kıl çeker gibi, kimsenin ruhu bile duymadan galeyana getirmesiyle, kapanmıştı.
Neymiş efendim:
“Sınırları Cetvelle Çizilen Devlet Haritalarının Cetvel İmalatçısı.”
Neymiş efendim:
“Gizli Rakip Görülenleri Saf Dışı Bırakanlar Derneği Başkanı.”
Allah Allah!!!!! Allah Allah!!!
Kimdi bunlar?
İn miydi, cin miydi? Normal insan olmalarına imkan ve ihtimal yoktu. Ama şu bir gerçek ki, maalesef bunlar insandı!!! Ancak şeklen… Gizli görevlerini, kendileri ve bu görevleri kendilerine layık görenlerden başka kimseler bilmiyordu. İçten pazarlıklılardı. İçleri başka, dışları başkaydı. Alenen dost, manen hin oğlu hinler, hain oğlu hainlerdi.
Demem o ki can dostlarım; bu icraat sahiplerinin kim oldukları garipti. Ama esas gariplik yaptıkları icraatlarda değil miydi yahu? Hak yok, hukuk mevta, adalet züğürt, emeğe saygının sadece adı var; düpedüz mafyavari bir köreltme. Düpedüz pasifleştirme politikası. Kendinden olmayanlarla aynı ortamı asla paylaşmama içgüdüsü…”Her yerde hep benim adamım olmalı!” anlayışı…
Şu gerçeğin farkında değillerdi mesela:
Kırk litrelik benzin dolu bidonu on katlı apartmanın bodrum katında ateşle buluşturursan, Allah (CC) muhafaza, ölümlü, yaralanmalı ve maddi hasarlı büyük bir felaket olur, değil mi? Ama, usta bir beyin, mühendishane bir akıl ne yapar? Kırk litrelik bir benzin deposunu bir otomobile yerleştirir ve bunu da fulledikten sonra buji denen bir ateşleme tertibatıyla ateşlerse, ne araba uçar havaya, ne ölüm olur, ne yaralanma!!! Üstelik dört beş kişi, yüzlerce kilometre seyahat eder bu ateşleme nihayetinde. Yani ateşle benzini felaketle neticelendirmeyecek ölçüde yan yana bulunduramayan bir akıl, bir irade, yöneticilik yapmasın; idarecilik, asla… Gitsin dağda davarına düdük ötsün…
Mesela dar çerçevede düşünürsek; adam sınavı çok iyi puanla kazanıyor, ama ataması geciktikçe geciktiriliyor. Sonuç: Olmuyor… Kendisinden bayağı düşük puan alan kalbur üstü bir şahıs atanmış bile…Tıpkı palamut ağına takılan hamsiler gibi. Tıpkı hamsi ağına ulaşmasına kilometreler kala güçten kuvvetten düşürülen palamutlar gibi…
Çerçeveyi genişletirsek; “Biz sana silah vereceğiz, ancak, bizim istediğimiz yerlerde kullanacaksınız…”
“Para vereceğiz, ancak kendi başınıza harcayamazsınız…”
“Sana borç vereceğiz, ancak şu kadar faizle…”
Devletsin ya, sıkılıyorsun, ekonomik dar boğaza giriyorsun, ilgili uluslararası kurum ve kuruluşlardan borç istiyorsun. Şart, şu:
“Tamam. İstediğinizden kat be kat çok borç verelim size; ancak, bizim istediğimiz yerlerde kullanmak zorundasınız!!!”
“Size taahhüdümüz olanı vereceğiz, ancak, verme zamanını biz tayin ederiz, siz değil!!!”
Haydaaaaa!!!
Batsın, hatta Kıyamet Günü’ne kadar yerin dibine batsın böyle bir anlayış, böyle bir sistem…
F-35 meselesi de aynı değil miydi?
IMF meselesi de öyle değil miydi???
Yani senden de, başkasından da alsam borcu; o para artık benimdir, değil mi? Zaman, yetenek, ekonomi, askeri güç… Hepsine, öyle veya böyle hepsine sahip olan ben değil miyim Allah aşkına? Benim olmasına benim de, benim olan maddi ve manevi her şeyi senden izinsiz kullanamayacağım, öyle mi? De git hele, defolası, sen kimsin ki? Senden para veya malzeme tedariğinde bulunduysam, neden önüme ‘KULLANIM ŞARTI DUVARINI’ örüyorsun???
Tanımaya çalıştılar ‘cetvel imalatçısı’ ile ilgili ‘dernek başkanı’nı.
Sorgulamayı yeniden yapıyordu ekabir kesim, orta kesim, taban kesim… Kısaca herkes. Kimdi bunlar? Bir kısmını herkes tanıyordu; büyük çoğunluğunu, asla
Peki, önemli miydi kim oldukları?! Kesinlikle evet. Tanımaya, icraatlarından başlanmalıydı bence… Tam şah çekecekken görünür ve görünmez darbeyle oyundan el çektirilmesinden daha acı ne olabilirdi ki bir dünya şampiyonu adayının!
Ancak; denizaltının gözle görülür kısmıydı bunlar. Esas oyun, su altındaki görünmez kısmında cereyan ediyordu. Bunlar da su yüzüne çıkarılmalı, oyunları bozulmalıydı. Aslında asırlardır kim oldukları biliniyordu da, güç ve kuvvet kendilerinde olduğu için, ondan da önemlisi beyaz pirinç içindeki pirince benzer taşlar ayyuka çıkmadığından olsa gerek; bizim meydanda serbestçe at koşturabiliyorlar, bizim çöplüğümüzde eşinebiliyorlar, bizim barınaklarda serbestçe havlayabiliyorlar, bizim ahırlarda serbestçe anırabiliyorlardı… Bunlar yaşam hakkı bulduğu müddetçe, milli ve manevi geleceğimiz tehlikedeydi. ‘Dün’, boş meydanlarda şımarıkça at oynatma zamanı; ‘Bugün’ ‘Dün’ü yaşama ve yaşatma sevdası, ‘Yarın’ ise birlik, beraberlik ve bütünlüğümüzü topyekün yok edip Türk Milleti olarak bizi tarih sahnesinden silme zamanı, nihayetinde ise HAÇLI ZİHNİYETİNİ TEKRAR HORTLATIP İSLAMİYETİ HÂK İLE YEKSAN ETME ZAMANI olarak kayıtlıydı onların sözlüklerinde. Kısacası, bu tür zihniyetlere dur denilmezse yarın diye bir zaman dilimimiz olmayacaktı asla. Zordu, ama, çözülmesi şarttı.
Nihayet kimlikleri ayyuka çıktı. Hatta yetmedi, başarıya ramak kala, yukarıdaki imza sahiplerine eklenebilecek başlıca engel üreticileri ayan beyanlaştı:
Nefis (öz engel), yani şekerli sakıza gizlenmiş zehir, bozuk sendikalar, sağlam sendikaları olumsuz niyetlerine kullanmaya çalışan bozuk niyetli üyeler, sivil toplum kuruluşları, siyaseti sadece bireysel yükselme ve adam kayırma olarak görenler; belde, mahalle, köy, ilçe, il ve ülke menfaatini ikincil göreviymiş gibi görenler, niyeti bozuk üye ve yöneticiler, gölgesi iriler, ‘Beyaz Pirinç İçine Pirince Benzer Taş Katanlar Derneği’, ‘Niyet ve Beyinlerini Kiraya Verenler Derneği’ gibi dernek ve sivil toplum kuruluşlarının yönetim ve üyelerinden başkaları değildi. Bunların, yurt içi ve yurt dışı bağlantıları bulunuyordu.
Atanmış ve seçilmişler; atadıkları ve seçildikleri yerleşim yerinin insanlarını topyekün kucaklayabilen, bugün sevindiklerine yarın üzülmemelerinin, bugün güldüklerine yarın ağlamamalarının yollarını bulan insan olmalıydılar. Adam kayırma anlayışından uzak, hizmet ehli olmalıydılar. Kindar olmamalıydılar, birlik ve beraberlik içinde karar almalı, karar vermeliydiler…
Tahtasından taşlarına tüm satranç edevatı önümüzde seriliyse, taşları, akıl ve irademizle istediğimiz gibi kullanabilmeli, rakibin yutulması gereken taşlarını yutabilmeli, devrilmesi gerekenleri devirebilmeydik biz artık… Yevm-i Kıyamet’te Yüce Yaratıcımızca dürüm dürüm dürülecek şu yer yüzünde ‘Hodri meydan!!!’ millet olarak bizim değil kimin hakkı olmalıydı???
Arkadaş, zaten bir şampiyon olarak yolunu kesecek apaçık düşmanının varlığından illa ki haberdardı, ancak, gizli düşman dostlarının, açıkça oynayanlardan kat be kat fazlalığını, bu final maçıyla tecrübe etmiş oluyordu. Ne bilsindi tüm taşların kendisine isyan edeceğini? Ne bilsindi emrinde çalışanların dolduruşa gelip 42 kilometre 195 metrelik maraton koşusunu 100 metrelik engelli koşu engelleriyle dolduracaklarını???
Bu durum nasıl düzelmeliydi peki?
Kıymetli Serhat KABAKLI yazdığı, Esat KABAKLI üstadımızın da söylediği gibi;
Yeri-göğü bilen, gülünce cihanın gülmesine vesile olan, hain-çakal gezen dağlarımıza sahip çıkması için vatanına göz dikeni ezmesi, dostuyla düşmanını sezmesi, tarihini şerefiyle yazması için bir an önce büyümesi beklenen; yolun sonsuzluğa kendisiyle gittiğinin, dört bir yana kol salması, ekmeğini aç olanla bölmesi, haram yemeyip gerekirse Hak uğruna ölmesi, zulüm dolu saltanattan inmesi, zalimlere kin duyması, nefsin ve kibrin mantık yutan dev olduğunu bilip, bunun için de asla mağrur olmayıp insanları sevmesini gerektiğinin farkına varmış evlat ve nesiller yetiştirerek tabii ki de…
Değil sadece oynanan, oynanması muhtemel her türlü gizli oyunları anında kavrayan, sadece kavramakla kalmayıp anında çözüm üreten, ürettiren ve tüm çirkeflikleri bertaraf edebilen, olumsuz oyunlara ve niyetlere anında maddi ve manevi İHA’lar ve SİHA’lar yönlendirebilen bir gençlikle tabii ki de…
Ve rahmetli Ozan Arif’ten aldığım ilhamla:
Hilalin önüne ara ara kümelenen bulutların bir rüzgâr esmesiyle dağılıp onu ayan beyan yeniden ortaya çıkaracak millet olarak bizim, Müslüman-Türk’ün, Allah’a kılınçlık yapmış ırk olduğumuzun bilinciyle yaşayan ve yaşatan; Güneş’e dahi ziyâ veren, kuzgunu leşe asla kondurmayan iman dolu göğse sahip, hem dünyanın her tarafında hizmetkar, aynı zamanda dünyanın her tarafına hakim;
Dün, Türk`ün bulunduğu her bir yörede ‘Ben buradayım!’ diyen, bugün ve yarınsa tüm insanlığın bulunduğu tüm kürede sökülmez kök salan, biri soldukça bin çiçek açan, her karış toprağından şüheda fışkıran yeryüzünde dünya Türklüğü’nü savunacak tek yiğit kalsa dahi bir gün külâhların değiş tokuş olacağı, önünde tüm silâhların eğileceği, üzerinde evliyalar duası olan bir gençlikle tabii ki de…
Vakit dünyanın çalışma vakti, doğal ve yapay engellerde tökezlemeden tüm insanlığa hizmet vaktiydi. Abdest bozulduysa tazelenmeli, tazelenen abdestle de artık namaz kılınmalıydı. Vakit, geciktirilmemeliydi vesselam.
SON